12 Ekim 2023 Perşembe

Beşiktaş'ın kültürel ve tarihsel kaynakları

Boğaziçi’ne dökülen derelerin arasındaki konumu, binlerce yıldır insan topluluklarının Beşiktaş’ı tercih etmelerinin en önemli nedenlerinden birini oluşturuyor. 2016 başında Beşiktaş meydanındaki metro inşaatı sırasında fark edilen arkeolojik katmanların kazısı hâlâ devam ediyor. Bir dönem tramvay deposu, sonra semt pazarı, ardından kent meydanı olarak kullanılan alanda yapılan kazılar sayesinde bu alanın günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce bir mezarlık olarak kullanıldığını anlıyoruz. Bugüne kadar yetmişe yakın mezar yapısı bulundu ve İstanbul Arkeoloji Müzesi yönetimindeki bilimsel bir ekip tarafından buluntuların incelenmesine devam ediliyor. Bilimsel yöntemlerle kaldırılan mezarların metro kazısı bittikten sonra istasyona bir müze mantığı çerçevesinde yerleştirilmesi için çalışmalar yapılıyor. Maalesef o döneme ait günümüze ulaşan tek veri ölü gömme gelenekleriyle ilgili… 5000 yıl önce Beşiktaş’ta yaşayan insanların günlük yaşamlarını geçirdikleri ev, işlik gibi mekânlara metro kazılarında rastlanmadı.

Mezarlık alanından gelen arkeolojik bilgilerle, kent tarihi hakkında bilinen yazılı kaynaklar arasında 3000 yıldan fazla bir boşluk var. M.S. 2. ya da 3. yüzyılda Bizantionlu Dionisios tarafından kaleme alındığı düşünülen Anaplus Bosporu (Boğaziçi’nde Yolculuk) adlı eser bu boşluğa bir nokta koyuyor.  Bu eser sayesinde Beşiktaş’ın tarihiyle ilgili ilk yazılı bilgilere ulaşıyoruz. Dionisios bu eserinde, bugünkü Beşiktaş merkezinin çeperindeki bazı yerleşmelerden bahsediyor. Bizans tarihçisi Albrecht Berger’e göre, Dionisios’un liman kenti “Pentekontorikon” diye bahsettiği yer bugünkü Dolmabahçe. “Iasonion” ise bugünkü Maçka; “Arheion” diye anılan yer ise Beşiktaş merkez, yani kabaca Sinanpaşa Mahallesi olmalı. Berger, Arheion tezini Dionisios’un kitabında geçen bir bilgiye dayandırıyor: “Kuzeye doğru, tepeler ve bunların arasında akan bir ırmak”. Berger’e göre bu ırmak Ihlamur Deresi olmalı. Arheion, aynı Khalkedon (bugünkü Kadıköy) ve Bizantion (bugünkü Sarayburnu) gibi bir Yunan koloni kenti olarak kuruluyor. Kentin kurucusu Arheias’tır. 

Diplokionion’dan Beşiktaş’a…

Beşiktaş merkezinin M.S. 5. yüzyıldaki adı Ayios Mamas. Kaynaklara göre bu isim bölgede kurulu olan Ayios Mamas kompleksinden geliyor. Kompleks; saray, hipodrom, liman ve limanın arkasındaki yarım daire biçiminde görkemli bir revaktan oluşuyor. Berger, bu revağın sütunlarının Beşiktaş isminin kökeni olduğunu iddia ediyor: 16. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden Petrus Gyllius, Beşiktaş’ta “diplokionion” olarak bilinen çifte sütundan bahseder. Bu sütunların Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesinin inşaatında kullanıldığını söyler. Berger, bu iki sütunun Mamas revağının parçaları olabileceğini belirtiyor. Bu tezini Buondelmonti’nin haritasında gözüken çifte sütunun varlığıyla destekliyor. Haritadaki sütunların sanki bir beşik asılabilmesi mümkünmüş gibi gözüktüğüne değiniyor. “Diplokionion” ismine sadece tarihi belgelerde rastlamıyoruz. 1903-1975 yılları arasında Beşiktaş Köyiçi’nde eğitim veren, Beşiktaş Rum Okulu’nun metruk binasının Rumca kitabesinde “Diplokionio Okulu 1903” ibresi bugün bile okunuyor. Bu da “diplokionion” isminin 20. yüzyıl başına kadar halk arasında karşılığı olduğunun önemli bir göstergesi. 

Denizci kenti Beşiktaş

Beşiktaş’ın merkezindeki mahalleye adını veren kaptanıderya Sinan Paşa olsa da, Beşiktaş’ı denizci kentini dönüştüren kimlik hiç şüphe yok ki Barbaros Hayrettin Paşa. Elimizde çok fazla somut bir veri olmasa da, Deniz Müzesi civarına yaptırdığı bilinen yalısı ve ölümünün ardından Mimar Sinan’ın tasarladığı türbesinin (1541-1542) Beşiktaş’ta yapılması Beşiktaş’ın bir denizci kentine dönüşmesine neden oluyor.  Osmanlı donanması sefere çıkmadan önce büyük kaptanıderyanın türbesini ziyaret ediyor. 1555 yılında türbenin karşısına inşa edilen Sinan Paşa Külliyesi’yle birlikte bu önem perçinleniyor.

Leventler, cuma namazlarını bu camide kılmaya başlıyor. Beşiktaş, Osmanlı donanmasının rütbeli askerlerinin ikametgâhına dönüşüyor. Sinan Paşa, Mihrimah Sultan’ın eşi olan sadrazam Rüstem Paşa’nın kardeşi. Beşiktaş’a yaptırdığı külliyenin tamamlandığını göremeden 1553 yılında vefat ediyor ve Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Külliyesi’nin haziresine gömülüyor. Cami, medrese ve çifte hamamdan oluşan külliye 1555 yılında açılıyor. Beşiktaş Çarşısı’nın ilk temelleri de külliyenin açıldığı yıllarla çağdaş. 1950’li yıllardaki meşhur Menderes yıkımları bu külliyeyi de etkiliyor; çifte hamam yıkılarak yok ediliyor. Hamam yıkılana kadar halk arasında “Köprü Hamamı” olarak anılıyor.  Beşiktaş’ın kentsel ve kültürel mirasına büyük katkıları olan Çelik Gülersoy, bu ismin eski çağlarda Akaretler tarafından inen bir dere ve bunun üzerine kurulu bir köprüden geldiğini iddia ediyor. Şair Nedim ve Ihlamurdere caddelerini birleştiren sokağın isminin Sinanpaşa Köprü Sokağı olması bu tezi destekliyor.

Beşiktaş’ta denize ve denizciliğe verilen önem Cumhuriyet Dönemi’nde de etkisini sürdürüyor. Beşiktaş sahilinde bulunan Beşiktaş Vergi Dairesi’nin 1960 yılında Deniz Müzesi’ne dönüştürülmesiyle Beşiktaş’taki denizci yapılarıyla denizcilik tarihimizin görkemli koleksiyonu buluşuyor. 

Çarşı kent Beşiktaş 

16. yüzyılda denizcilerin Beşiktaş’a gelmesiyle şekillenmeye başlayan çarşı, 19. yüzyılın sonlarında İstanbul’un en canlı çarşılarından biri oluyor. Bu dönemde bölgede inşa edilen Dolmabahçe, Çırağan ve Yıldız sarayları sayesinde kent yaşamı şenleniyor. Erzincan ilinin Küçük Armıdan köyünde doğan Hagop Mıntzuri’nin anıları Beşiktaş çarşısını en iyi betimleyen metinlerden biri… Gençliğinde Sinan Paşa Camii’nin karşısındaki fırında çalışan Mıntzuri, Beşiktaş Çarşısı’nın 19. yüzyıl sonundaki canlılığını, çarşının içinden biri olarak anlatıyor: “…1897’nin Beşiktaş’ını anlatıyorum. O günlerde, şimdiki Barbaros Meydanı’nda Sinan Paşa Camisi var. Oradan, göz kararıyla fırının, çarşının, dükkânların yerini tespit edebiliyorum: Şurada fırının tezgâhı yükseliyordu; ben buraya ekmekleri dizerdim. Tezgâhın altında Azbıderli Musa Çavuş’un kahvehanesi vardı. Sarı yün arabasıyla iner, çıkar, çay ve kahve dağıtırdı. Bitişiğindeki sandık büyüklüğünde dükkânda, Hüseynikli nar gibi kırmızı yanaklı Mustafa Ağa ile yeğeni Yusuf, bağdaş kurup ince çöpleri keserek aynı boya getirir, süpürge bağlarlardı. Yusuf, süpürgeleri omzuna alıp buradan götürürdü semtlere. Beşiktaş, Ortaköy semtlerine, ‘Süpürgecii’ diye bağırarak. Evet, Karamanlı usta Yorgi’nin bakkal dükkânı da tam şuradaydı. Sabun, zeytinyağı, zeytin satardı. Dar ve uzun masada da soğan ayıklar, maydanozu, ciğeri, soğanı doğrar, unlar, tuzlar ve unlu kanlı parmaklarıyla yanındaki ateş dolu maltızdan bozma bir mangalda yağı yakıp ciğerleri kızartırdı…”

Beşiktaş çarşısının 1950’li yıllardaki durumun en iyi “Bedri Rahmi’nin bir tablosu gibidir burası” diyen Çelik Gülersoy anlatır: “Köyün ucundaki o ıssız türbe ile (Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesinden bahsediyor) bu renkli pazarın aynı şehirde olduğuna da, doğrusu zor inanılır. Meydanlıktan sapınca, bir bereket dünyası selamlar sizi: Hem bostan, hem deniz ürünleri, tabla-tabla önünüzdedir. Denizden gelenler, pul pul. İskelenin balıkları. Yanında bereket dolu sebze küfeleri. Onlar da çok değil, acık ötedeki Ihlamur Vadisi, Gayrettepesi ve Saatçi Bayırı bostanlarında yetişmiş zerzevat ile dolu. ‘Çıngıraklı Bostanda’ boy atmıştır bu zümrüt fasulyeler. Göbekli ve yeleğinde gümüş saatli ‘Haydar Ağamızın bahçesinde’ tombullaşmış kadife patlıcanlar. Küçük camekânı ve pırıl pırıl ampulleri ile lâkerdacı kaldırımda oturur. Karşıda şarapçı Rum. Bir çarşıda değilmişiz de çok güzel çizilmiş ve boyanmış bir opera sahnesindeymişiz sanki. Bu çarşıda 40 yıl, 50 yıl mukaddem, sade dekorlar değildi operaya benzeyen. Çünkü kimse de susup oturmazdı burada. Her satıcı bir hava tutturur, o makamdan okurdu.”

Saraylar kenti

19. yüzyıldan başlayarak Beşiktaş çarşısının canlanmasının temel nedeni, Osmanlı sultanlarının yüzünü doğudan batıya çevirmesiyle de açıklanabilir. Sırasıyla Dolmabahçe (Beşiktaş Saray-ı Hümayunu), Çırağan (Çırağan Sahilsarayı) ve Yıldız (Yıldız Saray-ı Hümayunu) saraylarının Beşiktaş’a inşa edilmesi büyük bir toplumsal dönüşümün Beşiktaş’taki mimari nişaneleri oluyor. 

II. Mahmud’un ahşap sarayı yerine Abdülmecid’in yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı 1856 yılında hizmete giriyor. Sultan Abdülaziz ve kısa süreliğine olsa da V. Murad bu sarayı kullanıyor. Beşiktaş’ın ve imparatorluğun tarihinde bir dönüm noktası olan Kanuni Esasi’nin kabulü de II. Abdülhamit döneminde sarayın Muayede Salonu’nda gerçekleşiyor. Bu salon o günden sonra demokratikleşme adına atılan önemli adımlara da tanıklık ediyor. Kanunni Esasi’nin kabulünden tam 51 yıl sonra, İstanbul’a olan hasretini sonlandıran Mustafa Kemal Atatürk meşhur nutkunu bu salonda veriyor: “… Bu noktainazarı size, aziz İstanbul halkına, sekiz sene evveline kadar içinde yedi evliya kuvvetinde bir heyülâ tasavvur ettirilmek istenilen bu sarayın içinde söylüyorum. Yalnız artık bu saray zıllullahların (Allahın gölgeleri) değil, zıll olmayan, hakikat olan milletin sarayıdır. Ve ben burada milletin bir ferdi, bir misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım…”

Kanuni Esasi’ni 1876’da ilan edilmesiyle başlanan demokratikleşme hareketi, aynı padişahın 1878’de aldığı kararla rafa kaldırılıyor. II. Abdülhamid Dolmabahçe Sarayı’nı terk ediyor. Yeni sarayın adresi yine Beşiktaş: II. Abdülhamid saltanatının otuz yılını yüksek duvarlarla çevrili Yıldız Sarayı’nda geçiriyor. Sedirden sandalyeye geçiliyor ancak Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’yla başlattığı dönüşüm, II. Abdülhamid’in baskıcı ve yasaklarla anılan kararlarıyla sekteye uğruyor. Aşırı güvenlik tedbirleri halkın Beşiktaş algısını değiştiriyor. 

Bağımsızlık için ilk adım Beşiktaş’tan

Muhalefetin baskısı üzerinde ilan edilen II. Meşrutiyet’i izleyen günlerde farklı cephelerde yaşanan savaşlarla yıpranan imparatorluk, I. Dünya Savaşı sırasında gücünü tam anlamıyla yitiriyor. İmparatorluğun yönetildiği Beşiktaş işgal altına giriyor. Beşiktaş’ta bugün Beşiktaş Belediyesi ve Beşiktaş Kaymakamlığı olarak kullanılan yapı İşgal Kuvvetleri’nin merkezi oluyor. O dönemde 9. Ordu Kıtaatı Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, üzerinde yaşadığımız toprakların kaderini değiştirecek Samsun yolculuğuna 16 Mayıs 1919 Cuma günü Beşiktaş’tan çıkıyor. Yâverlik sıfatını da taşıdığı için Yıldız Sarayı ve Sinan Paşa Camii arasında yapılan Selamlık resm-i âlisinin ardından camiden kendi maiyetindeki subaylarla çıkarak Beşiktaş sahiline gidiyor. Buradan bir istimbotla Sarayburnu açıklarında bekleyen Bandırma Vapuru’na geçiyor. Ülkenin talihini değiştiren bu hareket, Beşiktaş kent tarihinde yeniden doğuşu simgeleyen bir gün olarak Beşiktaş’ta hâlâ kutlanıyor.

Eğitim kenti Beşiktaş

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yaşanılan dönüşümlerin odağında yine Beşiktaş var. 1927 yılı sonrasında Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde ilan edilen devrimlerin büyük bir bölümü Dolmabahçe Sarayı’nda şekilleniyor. Ülke çapında ilan edilen eğitim seferberliğinde Beşiktaş büyük bir rol alıyor. Bir dönem sultanlara tahsis edilmiş sarayların büyük bir bölümü eğitim yapılarına tahsis ediliyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Konservatuarı, Ziya Kalkavan Denizcilik Lisesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi, Kabataş Lisesi devrimsel nitelikteki bu karar sayesinde bugün Türkiye’nin pırıl pırıl gençlerini yetiştirebiliyor. Yine bu anlayış sayesinde, ülkenin en fazla üniversitesine Beşiktaş ev sahipliği yapıyor. Yıldız Teknik, Galatasaray, Bahçeşehir, Boğaziçi üniversitelerinin ana kampüsleri; İstanbul Teknik ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar üniversitelerinin çeşitli bölüm ve fakülteleri sayesinde Beşiktaş artık bir eğitim kenti olarak anılıyor. 

Kültürün başkenti

Boğaz’ın en güzel kıyı şeridi, güçlü bir tarihsel birikim ve kadim eğitim geleneği, Beşiktaş’ı diğer kentlere göre kültür-sanat-edebiyat alanında bir adım önde olmasının ana nedenlerinden biri. 16. yüzyıldan itibaren Divan şairlerinin şiirlerinde Beşiktaş’ın sesi, izi, kokusu var. Ahmed Turanî’nin, Yahya Efendi’nin, Nedîm’in, Şeyh Neccârzâde Rızâeddin Efendi, Nâşid’in ve nicelerinin Beşiktaş’ta yaşaması, üretmesi tesadüf değil. Donizetti Paşa’nın Osmanlı’nın milli marşı gibi kullanılan marşlarının Dolmabahçe’den imparatorluğa yayılması; Mehmet Emin Yurdakul’un “milli şair” unvanını almasını sağlayan şiirlerini Serencebey’deki evinde yazması; Fausto Zonaro’nun muhteşem tablolarının Akaretler’de şekillenmesi; Halide Edib Adıvar’ın “Mor Salkımlı Evi”nin Abbasağa’da olması; Yaşar Kemal’in büyük eseri İnce Memed’i Serencebey’de kaleme alması; Neyzen Tevfik’in neyinin, Macar Darvaş’ın kemanının sesinin Beşiktaş’ta işitilmesi; Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Tevfik Fikret’in şiirlerindeki Beşiktaş’ın derin tarihinden ve kültüründen damıtarak eklediği dizeler tesadüf değil. Halit Ziya Uşaklıgil’i, Yahya Kemal’i, Sabahattin Kudret Aksal’ı, Faruk Nafiz Çamlıbel’i, Ziya Osman Saba’yı, Orhan Veli’yi, Reşat Nuri Güntekin’i, Salâh Birsel’i Beşiktaş’ta buluşturan özellikler bugün bizleri kültür-sanatın izinde Beşiktaş’ta buluşturmaya devam ediyor. Bugün Beşiktaş’ın gösteri sanatları,  edebiyat, sinema, resim ve heykel alanında ülkenin çekim merkezlerinden birisi olması yukarıda bahsedilen simge kimliklerin ürettiği muhteşem eserlerle açıklanabilir. 

08.07.2019

3 Ekim 2023 Salı

Şairin kent rehberi

Necatigil’in dizelerinde Beşiktaş’ın sokaklarını gezebilir misiniz? Orhan Veli’yle vapura binip Boğaz kıyılarını seyredebilir misiniz? Bir meyhanede oturup Cansever’den henüz yayınlanmamış bir şiirini dinleyebilir misiniz? 

Yazı: Görkem Kızılkayak

Kitap okumaya başladığım günden beri kitabın ana konusundan çok, kitabın derinliklerindeki çıkmazlarda dolanmayı sevmişimdir. Yazarın/şairin kurduğu çatı yerine kahramanlarını gezdirdiği mekânların neresi olduğunu anlamak beni hep cezbetmiştir. Biraz daha bilinçlenip bu çıkmazları not etmeye başladığımda bir şeyi fark ettim. Not ettiklerimin tamamı şairin/yazarın yaşadığı veya kafasında kurduğu kente dair tanıklıklarından oluşuyordu. 

Behçet Necatigil’in şiirlerini okumak yerine, nedense, Beşiktaş’ın sisli puslu, daracık sokaklarında Necatigil’le birlikte yürümek isterdim. Tevfik Fikret’in çalışma odasından küçük bir köprü aracılığıyla derslerini vermek için geçtiği patikada onunla sohbet etmek isterdim. Tabii ki bu mümkün olmadı. Ama en azından denemeye değer diyerek yıllardır topladığım notlarımdan bu yazıyı yazmaya karar verdim. Aslında bu notlar baskısını çeşitli nedenlerle ertelediğimiz Beşiktaş Edebiyat Atlası’nın omurgasını oluşturuyor. Basılmamış bu atlastan aldığım izinle bazılarını sizlerle paylaşmak istedim. 

Yıl 1938, baharın ilk günleri. Eşinizle Balık Pazarı’nda alışveriştesiniz. Pazarın yanındaki meyhanenin girişinde üç kişi gözünüze ilişiyor, hatırlıyor musunuz? Hatta eşiniz, mahalleden genç komşunuz Sabahattin Kudret Aksal’ı tanıyor, yakasına papatya takılı adam kimdir diye size soruyor. Bundan sonrasını Varlık Yayınları’ndan çıkan “Cahit Sıtkı Tarancı, Sonrası” kitabındaki Sabahattin Kudret Aksal’ın yazısından öğreniyoruz:

O gün [Cahit Sıtkı Tarancı’nın] Cumhuriyet’te “Papatya” adlı bir hikâyesi çıkmıştı. Pardesüsünün yakasına bir papatya iliştirmiş, kısa boylu; gözleri ışıl ışıl, sokağın kalabalığına dalmış genç bir adam. Parmaklarının arasında yarısını bulmuş bir sigara. Ne kadar rahat, sâkin halliydi. Mülkiyeden sınıf arkadaşı bir hısmımla gelmiştik. Daha uzaktan tanımıştım, belki de yakasına tutuşturduğu papatyadan. İçeriye girdik. “İçeceğiz” diye dayattı. O günden bu yana, günden güne gelişen, kökleşen dostluğumuzun çevrelerinin bir örneği sayabilirim bu Beşiktaş meyhanesini. 

Beşiktaş’ı mesken tutmuş iki şairden devam edelim isterseniz. Bu sefer 1940’lı yılların başında Beşiktaş’tan Boğaz hattı vapuruna binmişsiniz. Boğaz’ın enfes manzarası eşliğinde Bebek’e doğru giderken o anın bir şiire dönüşeceğinden habersiz, manzaranızı Cahit Sıtkı Tarancı ve Orhan Veli’yle paylaşıyorsunuz:

Bayramdı

Orhan Veli’yle beraberdik

Boğaziçi vapurunda

Âşiyan’a gidiyorduk

Fikret’in elini öpmeye


Bir baktım üzgün koca şair

Bir baktım güneşler içinde 

Hiç söz açmadı Halûk’tan

Dilinden de düşürmedi

“Bu memlekette bir gün sabah olursa Halûk”


Cahit Sıtkı Tarancı, Vatan/Sanat Yaprağı eki, Ekim 1953


Biraz daha geriye gidip Abbasağa mahallesine uğrayalım. 1880’li yılların sonlarına doğru Abbasağa’da kırmızı kâgir bir konakta oturuyorsunuz. Sokağınızda mor salkımlı bir ev, o evde de ailesiyle yaşayan Halide isimli minik, sevimli bir kız arkadaşınız var. Oradan taşınınca Halide’den de kopuyorsunuz. Halide’nin, 1919 yılındaki Sultanahmet Mitingi’nin ateşli hatibi olduğunu 1955 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde tefrika edilen Halide Edip’in çocukluk anılarından öğreniyorsunuz (Halide Edip Adıvar, “Mor Salkımlı Ev”, Can Yayınları, İstanbul, 2012, 11. Baskı, Sayfa 17). 

Hafızasında hayat, kendini kayda başladığı ilk devrin hiç unutamayacağı zemini, Beşiktaş’da, doğduğu evde başlar. Bu ev Ihlamur’a giden uzun caddeye inen, birbirine muvazi dik yokuşlardan birinin hemen hemen tepesindedir. Bu evden sonra gelen kocaman kırmızı kâgir konak, bu yokuşun son evidir. Tepenin solu koyu yeşil çamlar, nazlı söğütler arasında Abdülhamid’in Beyaz Saray’larını görürken sağ tarafı Adalar Denizi’nin mavi sularına bakar. Evin kendisi, çocuğun hafızasında Mor Salkımlı Ev yaftasını taşır. Bu ev, yarım asırdan ziyade, bazan da her gece, bu küçük kızın rüyalarını girmiştir. 

Yeniden Tarancı ile Orhan Veli’nin Fikret’in elini öpmeye gittikleri 40’lı yıllardayız. Yine Bebek’teyiz ama bu seferki kahramanlarımız Oktay Akbal ile günlüklerini okumaya doyamadığım Salâh Birsel. İki genç edebiyatçı oturmuş Boğaz kıyısındaki bir kahvede gün batımına tanıklık ediyor. Biz de Oktay Akbal’ın Yılmaz Yayınları’ndan çıkan “Şair Dostlarım” kitabı sayesinde bu güzel ana ortak oluyoruz. 

Şimdi birkaç yıl önceki gibi, koskoca bir ayın ışıldattığı Bebek koyunu seyreden o kıyı kahvesinde olmalıydık… İki gazoz şişesi önümüzde. Bir de bitmiş sigara paketi. Dumanları tüketip susmalıydık. Ben yaşamakta olduğum aşkın hayalleri arasında kaybolmalıydım. O ise, bana o sırada o kadar değersiz, yersiz görünen bir takım gündelik olayların dedikodusu içinde. O unutulmayan zaman parçası içinde dostumun da benim ruh halimi yaşamasını ne kadar istemiştim! Ne çare ki Birsel âşık falan değildi, turp gibiydi henüz. Güzin’i tanımamıştı…

Konumuz edebiyat olunca Bebek’i terk etmek istemiyor insan. Zaman makinasını 1910’lu yıllara ayarlayalım. Diyelim ki sıcak bir yaz gününde Beşiktaş’tan tramvaya biniyoruz. İstikamet Bebek Bahçesi! Tramvayda yanımızda bir baba-oğul oturuyor. Konuşmalardan, onların da Bebek’e gideceğini anlıyoruz. O gün babasıyla sohbetini çaktırmadan dinlediğimiz 9-10 yaşlarındaki sevimli çocuğun adının Ziya Osman Saba olduğunu yıllar sonra anlıyoruz.

Çırağan sarayının köprüsü altından gene geçeceğiz elbette. Ortaköy’de durduğumuz zaman, bir küçük kilise, gene bugünkü gibi, daha çok çıngırak sesiyle çan çalmaya koyulacak. Daha sonra, cadde, bugün genişlediği yerden, gittikçe daralmaya başlıyacak. Bir müddet, eski, büyük yalıların bahçe duvarlarının arasında, kendimize zorlukla yol açar gibi ilerleyeceğiz. Kuruçeşme korusunun eteklerinde tramvay hattı da tekleşiverince, artık çaresiz, durup karşılık bekliyeceğiz. O kadarcık zaman ne geçmez olacak! Dört gözle beklenilen tramvayın önce gürültüsünü işitir gibi olacağız, arkasından onu, birden kırmızı kırmızı, karşımızda bulacağız. Vatmanlar çanlariyle biribirlerini selâmlıyacaklar. Bize bırakılan, serbest hatta gönül rahatlığıyle sapıp yeniden yola koyulacağız. Her an çırpıntılı denizi, sert rüzgârlariyle Akıntı Burnu, o günkü Boğazın müjdesini verecek. Hidivin yalısını, arka sırtlardaki koruya bağlayan -biri kafesli- köprülerin de altından geçtikten sonra, Bebek bahçesinin etrafını, raylarda, her defasında da aynı gıcırtıyı çıkararak dolanacağız. Bebek bizi bu sesle karşılayacak, biz Bebek’e ancak bu sesi duyduktan sonra kavuşabileceğiz (Ziya Osman Saba, “Değişen İstanbul”, Varlık Yayınları, İstanbul, Şubat 1959, sayfa 26-27).

Yıl 1954, Mayıs’ın ortası… Şair Nedim Caddesi’ndeyiz. Bir apartmanın penceresinden sokağı seyreden küçük ve sevimli kız gözümüze ilişiyor. Bu küçük kızın, elinizden düşürmeyeceğiniz öykülerin yazarı Nazlı Eray olacağını bilmeden sahile doğru yürüyoruz.  

İlk anımsadığım Beşiktaş, halamın ve eniştem Sabahattin Kudret Aksal’ın oturdukları Demet Apartmanı. Evin cumbasında oturtulmuşum, sokaktan geçen arabaları ve kedileri seyrediyorum. Bir süre sonra Münire halam beni içeriye çekiyor.  Koridor gibi bir yer var. Başımı kaldırıyorum, orada kocaman siyah beyaz bir fotoğraf. Enişteme soruyorum, “Enişte bu kim?” Eniştemin gözleri doluyor, “Sait o!” diyor. İlk adını orada duyuyorum, Sait Faik yeni ölmüş. Ve eniştemde fotoğrafı (Nazlı Eray ile Beşiktaş Edebiyat Atlası için 15 Nisan 2016 tarihinde yaptığım görüşmenin notlarından)...

Tekrar Boğaz’a dönelim. Arnavutköy İskelesi’nin karşısındaki Kaptan Meyhanesi’nde bitirelim (bugünkü adıyla Vira Vira). Yıl 1977! Dalgalarla aramıza giren kazıklı yol henüz yapılmamış,  Arka masada arkadaşlarıyla birlikte Edip Cansever oturuyor. Akşam boyunca şiir okuyor Cansever. Herkesin gözü kulağı o masada!

Arnavutköy’deki Kaptan Meyhanesi’ne Edip Cansever’le çok gitmişimdir. Edip birçok şiirine son şeklini orada vermiştir. Bir kelime üzerine saatlerce tartışıldığını hatırlıyorum. Edip Cansever’in “Sevda ile Sevgi” kitabını baştan sona okuduğu bir gece vardır orada. Çevirmen Armağan İlkin ve eşi Altan İlkin’le birlikte dinledik baskıya hazırlanan kitaptaki şiirleri (Selim İleri ile Beşiktaş Edebiyat Atlası için yaptığım 11 Nisan 2016 tarihli görüşme notlarından).


b+ 31. sayı, 2020

16 Şubat 2022 Çarşamba

Duvarların ötesinde bir barış çağrısı


Söyleşi: Görkem Kızılkayak


Bizim için her şey Saype’ın 15 Kasım 2019 tarihinde “Merhaba İstanbul” başlığıyla Instagram’dan paylaştığı bir Ortaköy fotoğrafıyla başladı. Bu mesajdan birkaç saat sonra kendimi Saype’la Ortaköy’de proje hakkında konuşurken buldum. O gün hayal ettiklerimizi bir yıl sonra bugün gözlerimizle gördüğümüz için çok mutluyuz. Bu hayalin nasıl gerçekleştiğini konuşmak üzere land art (kırsal sanat) akımının dünyadaki önemli temsilcilerinde biri olan Saype’la 27 Ekim 2020 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’nde buluştum. Ben sordum, Saype cevapladı. 



Merhaba Saype, nasılsın?

Merhaba Görkem abi, çok iyiyim teşekkürler. (Türkçe söylüyor.)


Street Art ile ilgilenen biri için Saype ismi çok tanınan bir isim, sanatını ve projelerini çok iyi tanıyoruz, ama Guillaume Legros’yu pek tanımıyorum. Guillaume Legros kimdir ?

1989 yılında, Fransa’nın doğusunda küçük bir şehir olan Belfort’da doğdum, 31 yaşındayım. Annem radyoloji teknisyeniydi, yani hastanede çalışıyordu. İnsanları karşılayan ve kırık çıkık var mı diye anlamak için röntgenlerini çeken kişi. Geceleri çalışırdı, bu sayede çocukken annemi çok görürdüm. Babam bilgisayarlar üzerinde çalışırdı. Sanatsal bir ortamda büyümedim. Ama çok spor ve aktivite yapan bir çocuktum. Çok meraklıydım ve bunu çok nadiren anlatıyorum ama doğa bekçisi olmak istiyordum çocukken. 14 yaşındayken resim yapmaya tag yaparak başladım. Biraz çocuk saçmalığı/yaramazlığı olarak nitelendirebilirim. Ortaokula giderken, okulda bir gece önce yapmış olduğum tag’leri görmek hoşuma gidiyordu. Sonra hemşirelik okuluna gittim. Hemşireliği ve ressamlığı birlikte yaptım. Bu da sanırım şimdiki işimde oldukça ortaya çıkıyor, çünkü sanatla insanları birbirine bağlamaya çalışıyorum işimde. 


Sanırım okuduklarım oldukça etkisi altındayım, çünkü 18 yaşındayken ve sürekli ölümle ilişki içerisinde olunca, insan varoluşunu sorguluyor. “Dünya da ne yapıyorum?”, “İnsan olarak arkamdan nasıl bir iz bırakmak istiyorum?” diye soruyor. Bence bu, işimde çok ortaya çıkıyor. Özelikle çim üzerine boyuyor olmamda... Bir an, bir iz bırakıyorum, ama bu iz çok geçici. Dolayısıyla, insan olarak arkamda bıraktığım izin ne olmasını istediğimi sürekli düşünüyorum.


Ekibinde görev alan Lionel ve Simon’un çocukluk arkadaşların olduklarını biliyoruz. 

Lionel ile tam aynı yaştayız, yuvada beraber resimlerimiz var. Görsen, 3-4 yaşındayız! Beraber futbol oynadık, tüm çocukluk yaramazlıklarımızı beraber yaptık, ilk sigaralarımızı gizlenip beraber içtik. Çocukların yapabilecekleri yaramazlıklarını tümünü beraber yaptık. Simon ise bizden üç yaş büyük. Abimin grubundaydı o. Bir dönem çok fazla rüzgâr sörfü yapıyordum. Hep beraber Fransa’nın güneyine sörf yapmaya gidiyorduk. O dönem çok yakınlaştık. Aslında tam o dönemde resim yaptığımız grubumu oluşturmaya başladım. Ben yere serdiğim tuvalleri boyuyordum ve onlar da yaptığım resimleri ve çizimleri satmakla ilgileniyorlardı. Üç-dört kişi geçiniyorduk bu işten. Bu bir yaz rutinine dönüştü, bir ayımızı güneyde geçiyorduk. Gündüz rüzgâr sörfü yapıyorduk, akşam beş gibi gece pazarlarına gidiyorduk ve hızlıca resimleri satarak geçiniyorduk. Sonra Lionel bir kayak merkezinde etkinlik sorumlusu oldu. Simon da hidrolik mühendisi... Ben ise hemşire... Sanatla çok alakasız işler... Sonra ben dağlarda boyamaya başlayınca, Land Art için buluşmaya başladık. Medyayla paylaştığım ilk eser Lionel’in çalıştığı kayak merkezinde gerçekleştirdim. Lionel’e “Çalıştığın merkezde bir deneme yapsak güzel olur.” dedim. O da “İzin veririm, yap, ama bil ki şimdilik bütçem yok.” dedi. Ve böyle başladı bu iş.


Gerçekten fikrin başlangıcını öğrenmek istiyorum. Nasıl bir duyguyla çimlerin üzerine ekolojik, doğada çözülebilen geçici resimler yapmaya başladın? Bu tarz bir boyayı üretmeye nasıl başardın?


Çim üzerine boyamaya başladığımda Strasbourg’da oturuyordum, İsviçre’de hemşire olarak çalışıyordum. Uzun zamandır resim ve graffiti yapıyordum. Beni bu noktaya getiren, gerçekten sanatın anlamını kendime sormam oldu, sanatın gerçek anlamını... Bu soru üzerine sınırsız kitaplar yazılmıştır. Hatta kesinleşmiş bir cevap yoktur. Kendimce dedim ki, “Sanırım bir sanat eseriyle en önemli olan şey insanların ilgisini çekmeyi başarmak.” O dönemde Street Art ile bu ilgiyi yakalamayı başarmak gittikçe zorlaşıyordu. Şehirlerde afişler, tag’ler, graffiti’lerden oluşan görsel bir kalabalık vardı. İnsanlar sokaklardan geçiyor, işlere eskisinden çok daha az bakıyorlardı. Aynı zamanda, ekoloji ve budizm üzerine çok okuyordum. Bir de 2012’de Avrupa’da drone’ların yaygınlaşması var. Drone’lar bana gökyüzünden yeni bir bakış açısı kazandırdı. Fotoğraflarımı çekebilmek için helikoptere ihtiyacım yoktu. Kendi kendime dedim ki “Madem kırsal da yaşıyorum, çimlerin üzerine boyamayı deneyeceğim.” Bu ilk etaptı. Sonra dedim ki “Acaba işleyecek mi?” Çünkü çim üzerine boyamak biraz acayip bir fikir. Garajımda bulduğum sprey boyalarla boyamaya başladım. İnanılmaz işlediğini gördüm. Bu sefer de, doğayı mahveden sprey boyalarla asla istediğim yerleri boyayamayacağımı düşündüm. Deneme yanılmayla ilerledim aslında. Bir sene boyunca ailemin evinin bahçesinde testler yaptım. Kareler hazırladım ve biraz kimyager gibi farklı pigmentlerle bir oraya, bir buraya denemeler yaptım. Bir sene sonunda az çok işleyen bir sonuca vardım. 


İngilizce “say” ve “peace” kelimelerinden oluşan “Saype” ismi bu dönemde mi ortaya çıktı? 


Graffiti yaparken de kullanıyordum. Bu ismi bulmadan birçok isim değiştirdim. Graffiti’de bu sık sık rastlanan bir durum. Blaze (takma isim) değiştiriliyor. Bu konuda çok komik bir anekdotum var. Şimdi çok yakın bir arkadaşımın hoca olduğu felsefe dersindeydim. Graffiti yaparken, işin bir tarafı harflerin uyumu ile ilgili oluyor. Harflerin arasındaki dinamizm ve “S”, “A” , “Y” harfleri benim hoşuma gidiyordu. Dedim ki “Say Peace yazacağım ve çok komik olacak.” Çünkü graffiti’nin doğasında isyan var aslında, bir şeyleri bozuyorsun, iznin olmadan ismini yazıyorsun. Her yere “Say Peace” yazma fikrini eğlenceli buluyordum. Pozitif bir mesaj ama hareketin kendisi isyankâr. Sonra iki kelimeyi kısalttım ve “Saype” olarak yazdım. Bu olduğunda 18 yaşındaydım, 12 sene oluyor.


Beyond Walls fikrini nasıl yarattın ? Aslında hep insanlığın, barışın tarafındasın. Ama fikir nasıl oluştu.


Sanırım beni bu fikir noktasına getiren bütün bir geçmişim. Beyond Walls’un ilk etabı 2018’de, mültecileri denizden kurtaran, SOS Méditerranée Derneği’ni desteklediğim zamandı. Bu proje gerçekten İsviçre Konfederasyonu’nun İsviçre kanunlarında bir takım değişiklikler yapmasına neden olduğunda, kendime “İnanılır gibi değil toplumun farklı katmanlarında, politikasında bir şeyleri değiştirmeyi gerçekten başarabiliyoruz.” dedim. Çok komiktir, çünkü tam bu iş medyada yankı bulduğunda dünyada Trump’ın duvarından (Meksika Amerika sınırına yapılması planlanan) bahsediliyordu. Bir maliyet hatırlıyorum. Saçma ama, beni biraz da harekete geçiren bu oldu: 18 milyar dolardı. Duvarı yaratmanın bütçesini yaklaşık 18 milyar dolar olarak değerlendiriyorlardı ve ben o sırada SOS Méditerranée’ye destek veriyordum. 18 milyar dolarla denizde kaç gün geçirebileceğimizi hesaplamıştım. Gemiyi denize çıkarmanın günlük bedeli yaklaşık 14,000 Euro. Delilik diye düşündüm, bu parayla 150 sene boyunca denizdeki insanları kurtarabiliriz. Sonra fikri biraz daha ilerlettim, insanlar arasında duvarlar inşa ediyoruz ama aslında aşırı bağlantılı bir dünyada yaşıyoruz, hiç mantıklı değil bu. Felsefecilerle, tarihçilerle konuştum, bunun nasıl olduğunu gerçekten anlamaya çalıştım. Mesela Avrupa Birliği’nde Brexit var. Bu insanlığın öyle bir döneminde olduğumuzu gösteriyor ki, insanlar içlerine kapanmak istiyorlar. Ciddi bir milliyetçilik dalgası da var. Çok sık anlattığım bir olaydır; benim büyük büyük ailem 2. Dünya Savaşı’nda memleketlerini terk etmeye zorlandıkları için öldü. Birlikte yaşamak, barış ve iyimserlik değerlerini savunmak için harekete geçmek bize, bizim jenerasyonumuza düşüyor. Bunları yapmak bizim işimiz ve bu yüzden bu projeyi başlattım. Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo ile karşılaşma şansına sahip oldum. Fikri hemen sevdi ve bize destek oldu. Eyfel Kulesi’nin dibi olan Champs de Mars gibi ikonik bir lokasyonda çalışmamızı sağladı. Bu noktadan başladı her şey... 


Projenin sekizinci adımı olan İstanbul’da üç devasa fresko bitirdin. Şehir hakkında, freskoların hakkında, İstanbul’da karşılaştığın insanlar hakkında neler düşünüyorsun?

Pek objektif olamayacağım, çünkü, sıklıkla tekrarladığım gibi, eşim Türk olduğu için İstanbul biraz tanıdığım bir şehir. Bence bu şehir insanı içine çekiyor. Sadece ilham verici değil, bir kez ayak bastın mı pek gitmek istemiyorsun. Akıl almaz bir enerji var burada, insanların ve kültürlerin kesişimi büyüleyici, gerçekten her İstanbul’a geldiğimde büyüleniyorum. Tüm bu nedenlerden dolayı, buraya gelmek benim için mutlak bir hayaldi. Coğrafi nedenler, muhteşem bulduğum insani nedenler, benim buradaki karşılaşmalarım, seninle, Roxane’la, projeye katılan tüm insanlarla buluşmam benim için gerçekleşen bir hayal oldu. 



Bir gün önce üç tane fotoğraf yayınladın. Sosyal medya ve basılı medya sonuçlarına, istatistiklerine bakma şansın oldu. Sonuçları nasıl buluyorsun?


İstanbul’da olduğum için söylemiyorum, ama bugün buranın sosyal medya geri dönüşleri, Paris’te olanın üç katıydı. Üç katı ve daha fotoğrafları paylaşalı 24 saat oldu. Çok çok güzel! Yüzen platformla gerçeküstü bir etki yaratabildik. Burası (Boğaziçi Üniversitesi) çok çok çok güzel, fotoğrafı gerçekten çok güzel oldu. Arka planda güneşin batışı var, üniversite, Boğaz, hatta Boğaz boyu Beşiktaş mahallelerini görüyoruz, muhteşem! Ve Beykoz, tepelerle evlerin oluşturduğu manzara bence çok tipik oldu. Sonuç olarak üçünün kendine özel bir havası var ve bu çok çok hoş görünüyor. Umarım uzun süre konuşulur.


İki-üç gün sonra İstanbul’dan ayrılacaksın. Beyond Walls ve diğer projelerle ilgili programın nedir?


Bence dönünce ilk programım ağlamak olacak. Çok zor olacak. Saçma gelebilir, ama gerçekten çok zor! Bu kadar güçlü bir şey yaratınca insanlarla ve şehirle bağlar kuruyorsun, geri dönmek çok zor. Bir sonraki etap, Covid izin verirse, Güney Afrika’da Cape Town olacak. Bir sonraki ise, tarihleri kesinleştirmemiz gerekiyor ama Şubat 2021’de Benin olacak. Nairobi var, o da Şubat sonu. Sonrasında Belfast. Bu da çok enteresan bir proje olacak, belki İstanbul’dan daha az iddialı ama enteresan, çünkü Belfast 30 sene boyunca Katolik ve Protestanlar arasında iç savaş yaşadı. Burası Kuzey İrlanda ile Güney İrlanda arasındaki gerginlikleri gerçekten kristalize eden bir yer. Parlamentonun tam önünde çalışacağız, oldukça enteresan olacak. Artık Avrupa ve Asya’yı bağlamış olduğumuza göre, bundan sonra Asya kıtası üzerinde çalışma istiyorum. Henüz ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyorum.


Türkiye’ye tekrar ne zaman geleceksin?


Sene sonundan önce tekrar gelmeyi düşünüyorum.


Yeni bir proje mi yoksa turizm amaçlı mı?


Hayır, sizin için geleceğim (Gülüyor.) Sen ne zaman İsviçre’ye geleceksin?


Onu bilemiyorum, pandemi nedeniyle Avrupa’ya gidemiyoruz.


Ama biliyorsun benim ev, senin ev! Tamam mı? (Türkçe söylüyor.)





Saype hakkında

Hepimizi yarattığı sembolik insan zincirinin içine katan Saype 1989 doğumlu. Asıl adı Guillaume Legros olan sanatçı, gençlik yıllarındaki graffiti çalışmalarından sonra kendi bulduğu bir teknikle ürettiği doğa dostu boyalarla çim üzerine yaptığı devasa resimleriyle tanınıyor. Takma adı olan Saype İngilizce iki kelimenin kısaltılmasıyla meydana geliyor: “Say” ve “peace”. “Barışı söyle” anlamına gelen bu isim sanatçının toplumsal ve ekolojik angajmanını ifade ediyor. Dünyada günümüzün en fazla tanınan sanatçıları arasında yer alan Saype, 2019 yılında Forbes dergisinin hazırladığı sanat ve kültür alanında dünyanın 30 yaş altı en etkili insanları listesine girdi.


Beyond Walls projesi hakkında

Saype’ın “İnsanlığın, zamanımızın en büyük zorluklarına ancak bir araya gelerek karşılık verebileceğine derinden inanıyorum.” diyerek 2019 yılında Paris’ten başlattığı Beyond Walls (Duvarların Ötesinde) projesi bugüne kadar sırasıyla Andorra, Cenevre, Berlin, Ouagadougou, Yamoussoukro ve Torino kentlerini dolaştı. Çok sayıda sınırı aşan bu proje, dünyayı kucaklayan sembolik bir insan zinciriyle birlikte 14-31 Ekim 2020 tarihleri arasında İstanbul’a uğradı.


Saype, projenin sekizinci adımı olan İstanbul’da üç büyük fresko yarattı: Osmanlı döneminden günümüze kadar korunarak gelmiş Beykoz Çayırı, ülkemizin en köklü eğitim kurumlarından biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nin Güney Kampüsü Üstün Ergüder Meydanı ve Unkapanı’ndaki Atatürk Köprüsü’ne bağlı duran iki dönümlük devasa bir yüzer platform. 


Saype’ın yaklaşık bir yıl süren hazırlık ve 10 gün süren yoğun boyama programının arkasında, altı önemli kurumun çok değerli destekleri var. Bu kurumlar sadece uzmanı oldukları konulardaki desteklerini Beyond Walls projesiyle paylaşmadı, bir Beyond Walls gönüllüsü gibi çalıştılar. Fikirleriyle projeyi zenginleştirdiler. Sanatçı desteklerinden ötürü İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş., Beşiktaş Belediyesi, Boğaziçi Üniversitesi, İsviçre İstanbul Başkonsolosluğu, Fransız Kültür ve UPS’e şükranlarını sunuyor. 


Ekip hakkında

Lionel Koch Mathian - 31

Üç yaşından beri Saype’ı tanıyorum. Çocukken aynı kasabada yaşıyorduk. Okul hayatımız bir arada geçti, birçok şey paylaştık. Street art, graffiti ve land art’ın gelişimini birlikte izleme imkânımız oldu. Simon’la birlikte Saype’ın ilk freskosunu yaparken yardım ettik. Bu yeni sanat akımı büyümeye başladı. Bir noktaya kadar profesyonel işimle Saype’ın işlerini yardımı dengelemeye çalışıyordum. Artık sadece Saype’la çalışmak için diğer işimi bıraktım. Ekipte herkes her şeyle ilgileniyor. Ama bazı konular sadece bunun sorumluluğunu alan ekip üyelerinin yönetiminde kalıyor. Lojistik, freskonun yapılacağı alandaki kontak kişilerle ilişkiler, web sitesinin yönetimi ve freskoların videolarının yapılması benim sorumluluğum altındaki işler. 


Simon Desseigne - 34

Çocukken Saype’la aynı kasabada yaşıyorduk. Rüzgâr sörfü başta olmak üzere çocukken birçok sportif aktiviteyi birlikte yaptık. Aslında ben Saype’ın abisiyle arkadaştım. Ardından Saype’la da görüşmeye, zaman geçirmeye başladım. Beyond Walls projesindeki temel görevim boyaları üretmek. Pigmentleri suyla karıştırarak renk nüanslarını elde etmeye çalışıyorum.  


Valentin Flauraud - 32

Saype’la haber ajanslarında fotoğrafçı olarak çalışırken karşılaştım. 2017 yılında drone fotoğrafçılığına başlamıştım. Aynı dönemde Saype oturduğum bölgeye yakın bir noktada bir fresko yapmıştı. Ben de bu işi drone’la çektim. Bundan sonra işlerini takip etmeyi denedim. Çünkü çok görsel işlerdi, bir fotoğrafçı için çok güzel bir konuydu. Üç-dört farklı freskoyu takip edip Saype, Lionel ve Simon’la tanışıklığı ilerletince, Saype fotoğraflarımı beğendiği için bana Beyond Walls projesinde beraber çalışmayı teklif etti. 2019 yılında projenin ilk adımı olan Paris’te çalışmaya başladık. Ondan sonraki bütün adımlarda fotoğrafçı olarak ekibin bir parçası oldum.


B+ 31. sayı, 2020


20 Nisan 2021 Salı

“Yetmiş iki milletin bin renkli bayraklı yurdu”


Önce ilk İstanbullular selamladı Galata’yı! Bu kadim kentin alametifarikalarından palamutlar binlerce yıldır, inatla, güneyden gelerek Haliç’in ağzına yumurtluyor. Ardından Karadeniz’e açılıyor. Yaz aylarında boyu bir sardalyaya ulaşan yavruları Boğaz’ı mesken tutuyor. Sonbahara doğru yağlanıyor ve Galata’yı selamlayarak Akdeniz’e doğru yola çıkıyor. Bu bölgeye Sykai denmeden önce de, büyük Bizans imparatorunun adıyla anılmadan (Justinianapolis) önce de Galata ilk İstanbulluların yaşam döngüsüne tanıklık ediyordu. Önce Bizanslılar, Haçlılar, Cenevizliler, Venedikliler; sonra Osmanlılar, Araplar ve niceleri palamutlara katıldı. Doğunun gizemini çözmeye çalışan seyyahlar da cabası... Bazıları Boğaz’ın en güzel yamacında sadece eğlendi, bazıları meşhur Galata kahvehanelerinde zaman öldürdü, bazıları buraya yerleşti... Hiç kuşku yok ki gidenler de, kalanlar da, kendi kültürleriyle Galata’nın kültürünü zenginleştirdi.


Onlardan biri de İtalyan şair ve gezgin Pietro della Valle. Yaşadığı aşk acısını unutmak için “Grand Delfino” isimli kırk beş toplu bir Venedik savaş kalyonuna binen gezgin, 15 Haziran 1614 tarihinde Galata açıklarına vardı. Della Valle seyahatinin ilk durağı olan İstanbul’a ayak bastığında, 12 yıl sürecek uzun yolculuğunun, onu dünyanın en büyük aşk acılarından birine daha sürüklediğinden habersizdi.  Grand Delfino’daki sayıları 500’ü bulan yolcuları şöyle tasvir etti İtalyan gezgin: “Katolik Hıristiyanlar, çeşitli mezheplerden sapkınlar, Rumlar, Ermeniler, Türkler, Acemler, Yahudiler, hemen hemen her şehirden gelen İtalyanlar, Fransızlar, İspanyollar, Portekizliler, İngilizler, Almanlar, Felemenkler ve bir cümlede bitirmek gerekirse, dünyanın bütün dinleri ve ülkelerinden insanlar... 


Della Valle’nin farklı kültürlerden gelen insanlarla yaşadığı iki aylık deniz tecrübesi, onu İstanbul’un, özellikle de Galata’nın kültür mozaiğine alıştırmış olmalı.  Della Valle’nin çağdaşı Evliya Çelebi’nin Galata’nın o dönemki nüfusu için “200 bin kâfir, 64 bin Müslüman” tahmini her ne kadar tarihçiler tarafından abartılı gözükse de 17. yüzyılda Galata’nın 93 mahallesinin 70’inin Rum, 17’sinin Müslüman, üçünün Avrupalı, ikisinin Ermeni ve birinin Yahudi olduğunu biliyoruz. Sadece bu bilgi bile Galata’nın demografik çeşitliliğinin Della Valle’nin tasviriyle örtüştüğünü gösteriyor. 


Pietro della Valle’nin bir yılı aşkın İstanbul macerasının odağında Galata vardı. Dönemin Venedik Elçisi Almoro Nanni’yle kurduğu arkadaşlık, Padişah I. Ahmed’in huzuruna çıkmasını sağladı. Buranın adetlerine göre giyindi, yaşadı. Galata’nın eğlence hayatını deneyimledi. Türkçe öğrendi, yazma kitap topladı. Doğu’nun edebi kalıplarına merak sardı. Divan geleneğinde yazdığı 41 sayfalık eserinde kendini şöyle tanımlıyordu: Hayret uyandıran bir şekilde yüzüm değişir; yüzümle birlikte, istediğim zaman, istediğim gibi sesim ve konuşmam da. Ve o kadar değişir ki beni, Araplar Arap, Persler Pers sanır...


Della Valle’nin büyük acısına gelecek olursak; İstanbul’dan sonra yoluna devam eden gezgin, Ekim 1616’da Bağdat’ta Mardinli bir Hıristiyan olan Sitti Maani ile tanışıp evlendi. Gezmeye beraber devam ettiler. Sitti Maani 1622 yılının sonunda İsfahan’da bir düşük yaptı ve hayatını kaybetti. Della Valle yaşadığı felakete rağmen, eşiyle aldığı karara uydu ve geziyi tamamlama kararı aldı. Eşinin mumyalanmış naaşıyla önce Hindistan’a sonra Pakistan’a gitti. 28 Mart 1626 tarihinde İtalya’daki evine döndü. Sitti Maani’nin naaşı Roma’daki Santa Maria in Aracoeli Kilisesi’ne defnedildi. 


Pietro della Valle’den iki yüzyıl sonra, bu defa Fransa’nın yetiştirdiği en büyük yazarlardan biri olan Gustave Flaubert uğradı Galata’ya... “Madame Bovary”nin, “Bouvard ve Pécuchet”nin, “Makbul Fikirler Lügati”nin yaratıcısı Flaubert’in, arkadaşı Maxime du Camp’la çıktığı Doğu yolculuğunun son ayağı İstanbul’du. İki arkadaş, 1850 yılının Ekim ayında Galata’daki Justiniano Oteli’nde kaldı. Flaubert, arkadaşı Louis Bouilhet’ye yazdığı mektupta şöyle anlatıyordu İstanbul’u ve Galata’yı: Gelelim İstanbul’a. Buraya dün sabah vardım, bugün sana hiçbir şey anlatmayacağım, bir tek şunu bil: Fourier’in burası hakkında daha sonra yeryüzünün başkenti olacaktır düşüncesiyle çarpıldım. Gerçekten de insan soyu gibi devasa bir şey. Hani Paris’e girerken yaşadığın o ezilme duygusu var ya, asıl burada insanın içine dirsek ata ata işliyor; öylesine çok yabancısı olduğum insan var ki burada, Acem’den Hintli’ye tut da Amerikalı’dan İngiliz’e kadar bir dolu bambaşka kişilik; hepsiyle birden karşılaştığında insanın kendi kişiliği eziliyor. Sonra, dehşet bir şey bu. Sokaklarda kayboluyorsun, ne başı belli, ne sonu. Mezarlıklar, şehrin ortasında bitmiş ormanlar gibi. Galata Kulesi’nin tepesinden bütün evleri ve camileri görmek mümkün... ”


Realist akımın öncüsü Flaubert, Galata’nın karanlık yüzüyle de yüzleşmeyi ihmal etmedi: Işıklar sönük, yollar pis. Arka avlulara bakan pencerelerden kulakları tırmalayan keman ve gitar sesleri geliyor. Pencerelerde ve kapı eşiklerinde, Avrupalılar gibi giyinmiş, saç biçimleri eski Yunanlarınkine benzeyen, kirli suratlı fahişeler boy gösteriyorlar. Abélard ve Héloïse’in daha kötü taklitleri... ”


Flaubert’in yaşadığı ezilme duygusunu, ondan çeyrek asır sonra İtalyan yazar Edmondo de Amicis de yaşadı. De Amicis’in kaleme aldığı İstanbul seyahatnamesi hâlâ türünün en iyi örneklerinden biri sayılıyor. Marmara’dan İstanbul’a büyüleyici bir sis içinde ulaşan Edmondo de Amicis, yaşadığı heyecanı bu cümlelerle somutlaştırdı: “...Nihayet pusun arkasından önce beyazımtırak yığınlar, son çok yüksek bir şeyin belli belirsiz şekli, sonra güneşin aydınlattığı camların kuvvetli pırıltısı ve sonunda bir dağ, birbiri üstüne, rengârenk, bir sürü küçük ev, ışık içindeki Galata ile Pera gözüktü; minare, kubbe ve selviler altında kalmış çok yüksek bir şehirdi bu, tepenin üstünde gayet büyük sefaret konakları ile kocaman Galata Kulesi, eteğinde ise Tophane’nin büyük top dökümhanesi ile bir gemi ormanı vardı... Çıt çıkmıyordu. Ne yana bakacağımızı bilmiyorduk. Bir tarafımızda Üsküdar ile Kadıköy, bir tarafımızda Saray tepesi, karşımızda Galata, Pera ve Boğaz vardı. Hepsini birden görebilmek için fırıl fırıl dönmek gerekiyordu ve her tarafa ateşli gözlerle, gülerek, elimizi kolumuzu konuşmadan sallayarak, zevkten nefesimiz kesilmiş halde döne döne bakıyorduk... 


De Amicis, Galata’nın dar ve dolambaçlı sokaklarındaki Rum ve Ermeni kahvehanelerini, Galata’nın ünlü tüccar yazıhanelerini, Galata bankerlerinin kurduğu borsayı gördü. Türk hamalın “savulun!”, Ermeni sakanın “var mı su?”, Rum sakanın “crio nero”, Frenk arabacı “varda, varda!” nağralarını işitti. Galata’yı Pera’ya bağlayan tünelin yapımını şaşkınlıkla izledi. Osmanlı restorasyonundan sonra Ceneviz çizgilerini yitiren Galata Kulesi’ni gezdi. Galata’nın yangınlara tanıklık etti. 


Kendi birikimini Galata’nın kent kültürüyle harmanlayanlardan biri de Türk edebiyatının gerçek anlamda ilk popüler yazarı olan Ahmet Mithat Efendi’ydi. Yolları De Amicis’le Galata’nın dar sokaklarında kesişti mi, bilinmez! Ama uzun süre Meclis-i Umur-u Sıhhiye (günümüzün Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü) Reis Vekilliği yapan Ahmet Mithat Efendi’nin Galata’yla olan teşrikimesaisi oldukça fazla... Aynı zamanda iyi bir ticaret erbabı olan Ahmet Mithat Efendi belki de bu özelliğini Galata’daki mesaisine borçludur. 


Rivayet olunur ki Galata’daki işinden çıkıp Galata Köprüsü’nden kalkan Boğaz vapuruna kadar geçen iki dakikalık yürüyüşte aklına bir roman konusu gelir, vapura bininceye kadar romanı tasarlar, vapur Beykoz’a vardığında romanın iskeleti hazır olurmuş. Ahmet Mithat Efendi Galata’nın 19. yüzyıl başındaki tatil günlerini şöyle anlatır: “Galata’nın en kalabalık zamanı Cumartesi akşamından başlayıp Pazar akşamının saat 11-12’sine kadar sürdüğü zamandır. Çünkü Müslüman olsun, Hıristiyan olsun, Yahudi olsun; Galata’dakilerin yüzde doksanı, gerek doğrudan doğruya gerek dolayısı ile, gümrüklerde Avrupalılarla ilgili işlerle uğraşan kimselerdir; bunun sonucu olarak bunlarla büyük tüccarların tatil günleri olan pazar -ister istemez- herkesin de mecburi tatil günü olur. Doğrusu mevsim, karnaval mevsimi değildir; daha sonbaharın ilk ayı olan eylül içindeyiz. Ama Galata’nın karnavala falan ne ihtiyacı var? Karnavalda da, büyük perhizde de; ilkbaharda da, sonbaharda da Amerikan tiyatrosu ve öteki bu çeşitten eğlence yerleri, yetmiş iki milletin bin renkli bayraklarıyla donanır. Hele tatil zamanlarında her meyhanenin önüne laterna denilen birer sandık çalgısı bulunması Galata’yı bir bayram haline koyar. 


İstanbul’un yüzünü batıya dönmüş haşarı çocuğu Galata, dünyanın bütün dinleri ve ülkelerinden insanları” büyülemeye devam edecek. “Yetmiş iki milletin bin renkli bayrağına” yeni sesler, yeni renkler, yeni hikâyeler eklenecek. 


30 Kasım 2020 Pazartesi

Şifacı Stavraki’den Bebek’e armağan!



Fotoğraf: Alman Arkeoloji Enstitüsü Arşivi





Her kim bu havarilerin gizem ve himayesinin 

fazileti olan sudan takvayla içerse, 

onlardan hiçbiri umudunu kaybetmez.
Bu eser onu inşa edebilmek için cömertçe miktarda 

harcama yapan şifacı Stavraki’nin hayratıdır.

1742 yılı Ağustos ayında


Bu fotoğrafın bendeki hikâyesi 30 Ocak 2020 tarihinde Gümüşsuyu’nda başladı. Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün zamanı dondurulmuş odalarından birinde, fotoğraflara zarar vermemek üzere giydiğim beyaz bir çift eldivenle, bir kutu Boğaz fotoğrafını karıştırırken bu kitabe fotoğrafıyla tanıştım. Fotoğrafın üzerinde “Bebek” yazıyordu. Fotoğrafçısı, çekim tarihi, konusuyla ilgili bir bilgi yoktu. Belki de bu bilgiler yazsaydı, bu fotoğrafın üzerinde durmadan diğerine geçecektim. Arkeoloji okumanın getirdiği bir özellik mi bilemiyorum, ama o andan itibaren bu fotoğrafın ne olduğunu, Bebek’te nerede çekildiğini bulmam gerektiğini hissettim. Belki de Bebek’te çekilmemişti. Bir yanlışlık sonucunda Bebek diye kodlanmıştı. Bunu bulmanın tek yolu kitabeyi çözmekten geçiyordu. 


B+ dergisinin yazarlarından, tarihçi ve çevirmen Fatih Yücel’i aradım. Uzmanlık alanı olmamasına rağmen kitabe onda da aynı merak duygusunu uyandırmış olmalı ki Yücel de çalışmaya başladı. Akademisyenlerin kullandığı online bir çeviri platformuna kitabenin fotoğrafını koyduğumuzda kitabenin dilinin ne olduğundan bile emin değildik. Sadece üzerinde okuyabildiğimiz bir kaç Yunan harfinden dolayı Yunanca olabileceğini düşünüyorduk. Ardından kitabenin 9. yüzyılda Selanik’teki bir manastırda iki aziz tarafından Slavlara Hıristiyanlığı yaymak için yaratılmış bir alfabe olan Glagolitik olduğundan şüphelendik. Bu bilgi doğruysa bu kitabenin Bebek’te ne işi vardı? Neyse ki şüphemizin doğru olmadığını, online platforma üye, dünyanın neresinde yaşadığını bilmediğimiz bir akademisyen şu kısa notla bildirdi: “Bu Yunanca, %89 eminim. Birkaç Yunanca kelimeyi çıkardım. Tarihi Ağustos 1742 olabilir.” Nerede, niçin yazıldığını bilmediğimiz kitabenin tarihini yüzde yüz olmamakla birlikte çözmüştük. Eğer bu kitabe hâlâ Bebek’teyse Bebek’in en eski tanıklarından biri olmalıydı. Bunu çözmek için kitabeyi çözmek kaçınılmazdı ama çeviri platformundan daha fazla yardım alamadık. 


Aklıma Koç Üniversitesi Geç Antik Çağ ve Bizans Araştırmaları Merkezi’nde çalışan arkadaşım Barış Altan’ı aramak geldi. Telefonda o ana kadar geldiğimiz noktayı Altan’a anlattım. Onun aracılığıyla Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Görevlisi Haris Theodorelis-Rigas’a ulaştık. Bir gün sonra kitabenin Yunanca transkripsiyonuyla birlikte İngilizce tercümesi elimdeydi. Haris Theodorelis-Rigas kitabenin Bebek’teki ayazmaya ait olduğunu söylüyordu. Üç ay süren merak maratonu, Bebek’teki Aya Haralambos Rum Ortodoks Kilisesi’nin yakınında bulunan, bugün özel bir mülkiyetin bahçesi sınırları içinde kalmış Oniki Havariler Ayazması’nda son buldu. Özel mülkiyette olması nedeniyle ayazma yılda bir gün açılıyor. O gün, B+ dergisi olarak ayazmanın başında olacağız ve siz değerli okurlarımız için Bebek’in en kadim tanıklarından birinin fotoğraflarını bir sonraki sayımızda yayımlamak üzere çekeceğiz. Yardımlarından ötürü Fatih Yücel’e, Koç Üniversitesi’nden Barış Altan ve Haris Theodorelis-Rigas’a, Beşiktaş Belediyesi’nden Nurhan Palakoğlu’na ve Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Berna Güler’e teşekkürlerimizi iletiyoruz.  


B+ 29. sayı