19 Nisan 2012 Perşembe

YAŞ KURUYLA KAVUN YİYENLER

“Beypazarlı en çok iki şeye hasret duyar. Biri haziran ayında susamsız-çıplak simitle dut yemek, diğeri ise kuyunun başında oturup yaş kuruyla kavun yemek.”


Mehmet Emin Bayramoğlu, Beypazarlı



Yolunuz bugünlerde Beypazarı’na düşerse çarşıda sayıları her geçen gün artan kuru fırınlarından alışverişinizi yapıp Mehmet Emin Bayramoğlu’nun tavsiyesine uyabilir; susamsız-çıplak simidi dutla yemenin zevkine varabilirsiniz. Anadolu’daki diğer çarşılarımızın aksine Beypazarı Çarşısı’ndaki dükkânlar kepenk kapatmıyor. 1999 yılında 600 dükkânlı Beypazarı çarşısını 2500 turist, 2005’te ise 250.000 turist gezdi. Binlerce kişi Beypazarı kurusu aldı, dut yedi, kentin ünlü güvecini tattı. Beypazarlılar bu sayının milyona ulaşması için çabalıyor. Peki “kahraman” Beypazarı Çarşısı’nın yanı başındaki başkent Ankara’nın konforlu alışveriş merkezlerine kafa tutması nasıl oldu? Baştan anlatmakta fayda var.


Hanlarönü Arastası olarak da anılan Beypazarı Bedesteni’nin 15. yüzyılın sonlarından itibaren var olduğunu tarihi kaynaklardan öğreniyoruz. Yani 500 yılı aşkın bir süredir bu kent çarşı geleneği olan önemli bir ticaret merkezi. Bu bedestenin diğer Osmanlı bedestenlere göre farklı olarak üstü açık yapılıyor. Aynı dönemde kentte 5 han da ticaret hayatına katkı sağlıyordu. Sof (bölgeye özgü bir dokuma) ve pirinç Beypazarı Çarşısı’nın en çok satılan iki ürünüydü. Zamanla esnaf hanlardan çıkarak kentin içindeki dükkânlara da yayıldı. 20. yüzyılın başında kentte 450 dükkân, 10 fırın ve 10 han bulunuyordu. Bu yüzyılda yaşanan değişiklikler, sanayileşmenin etkileri Beypazarı Çarşısı’nı her Anadolu çarşısında olduğu gibi kan kaybettirdi.

Ancak Beypazarı Belediyesi ve Beypazarlılar 2000’li yılların başında bir araya gelerek kentlerine, çarşılarına, geleneksel kültürlerine sahip çıktı. 600’e yakın ev onarıldı, çarşı bölgesinin cephesi yenilendi. Kente özgü ürün ve yemeklerin patentleri alındı, lokanta menülerinde bu yemeklere yer verilmesi özendirildi. 5600 yöresel kelime toplanarak Türk Dil Kurumu’na yollandı. Çarşı ve kent kısa sürede canlandı. Bu kalkınma hareketi tüm Anadolu kentlerinde model olarak incelenmeye, uygulanmaya başladı.




7 Nisan 2012 Cumartesi

GALATASARAY İLKOKULU, LİSESİ VEYA ÜNİVERSİTESİ


Fer’iye Saraylarının bir bölümü Cumhuriyet’in ilk yıllarında Galatasaray İlkokulu’na verildi, sonra ortaokul ve liseye dönüştürüldü. Günümüzde de Galatasaray Üniversitesi’ne ev sahipliği yapıyor. Bu dönüşüm, aynı bir çocuğun ilkokuldan başlayıp üniversitede sonlanan eğitim yaşantısına benziyor.

Saray olarak yapıldı, önce ilkokul, sonra ortaokul ve lise olarak kullanıldı. Şimdi ise ülkenin en önemli üniversitelerinden birine ev sahipliği yapıyor. Galatasaray Üniversitesi’nin hikâyesi, aynı zamanda Cumhuriyet’i kuran kadroların eğitime verdikleri desteğin de önemli bir göstergesi... Bu eğitim kurumunun hikâyesini, objektif bir dille sizlere aktarmak yerine, içinde sekiz güzel yılımı geçirdiğim 285 Görkem Kızılkayak’ın dili ve hissettikleriyle anlatmayı tercih ettim. Sürçülisan edersem affola!


Yıl 1987, aylardan eylül... Üzerime büyük gelen lacivert bir ceket ve gri bir pantolonla Beşiktaş’tan Ortaköy’e doğru annemle yürüyorum. Üzerinde Galatasaray Lisesi yazan, dev bir demir kapıdan geçerek sekiz güzel yılımı geçireceğim okula giriyorum. Deniz kenarına inip, benim gibi üzerine büyük gelen okul kıyafetlerini giymiş onlarca çocukla karşılaşınca rahatlıyorum. Tören başlıyor, kendisi de Galatasaray Lisesi mezunu olan müdürümüz kürsüye çıkıyor, okulun tarihini, Galatasaraylılığın ne demek olduğunu anlatıyor. O konuşmadan aklımda kalan tek şey -umarım doğru hatırlıyorumdur- Prof. Dr. Yıldızhan Yayla’nın Ortaköy’de öğrenciyken vapurları seyretmekten büyük bir zevk aldığı... Hani öğrenciler genelde okula istemeye istemeye giderler... Hazırlık sınıfından 9. sınıfın sonuna kadar süren Galatasaray Lisesi Ortaköy bölümündeki maceram boyunca diyebilirim ki her gün büyük bir zevkle okula gittim. O dev kapıdan girince beni karşılayan Boğaz’ın ve mis gibi tuz kokan havasının bunda payı büyüktür.

Yıllar sonra bu yazıyı hazırlarken, İzzeddin Çalışlar’ın “525 Yılın Son 25 Yılı” isimli kitabında Prof. Dr. Yıldızhan Yayla’nın bizlere yaptığı konuşmanın tam metnini buldum. Yayla, benim Galatasaray’ı kazandığım yıl Marmara Üniversitesi Rektör Yardımcılığı görevini bırakarak okuduğu liseye müdür olmuştu. Şöyle diyordu:

“... Unutmayalım ki, Galatasaray eğitiminde de şampiyonluk ister. Başka bir seçeneği yoktur. Galatasaray’a hizmet ise, doğrudan doğruya Türk toplumuna, Türk bilim, kültür, sanat ve sporuna hizmettir. Çünkü Galatasaray’ın varlık sebebi budur. Dikkat edilecek olursa, Galatasaray’ın övünç kaynağı, bu alanlarda yetiştirdiği bilim, sanat, kültür ve devlet adamlarıyla, sporcularıdır. O büyük Galatasaraylılar, millet ve devletine hatta fırsat doğduğunda bütün insanlığa hizmet etmişlerdir...”

Tam 25 yıl sonra bu konuşmayı okuduğumda aklıma Galatasaray’a girdiğim yıl komşumuz olan rahmetli Eşfak Aykaç geldi. Futbolcu, Macaristan’ı 3-1 yendiğimiz efsane maçta Türk Milli Takımı’nın teknik direktörü olan Eşfak Aykaç. Galatasaray’a ilişkin ilk bilgileri aldığım Eşfak amca, Hürriyet’teki köşesinde 29 Aralık 1981’de şöyle yazmış: “... İlmin, fennin, felsefenin, edebiyatın, güzel sanatların, musikinin, sporun en mümtaz temsilcileri, bu irfan ocağından feyz alarak yurda büyük hizmetler yapmışlardır. Genel bir tarifle anlatmak gerekirse, alelade bir kurttan rengârenk kelebeği yaratan tabiat harikasına benzer, muhterem, muhteşem, mübarek bir ‘Metamorphose’ yuvasıdır Galatasaray... Ben bu mektebin kapısından içeri girdiğim 1926 senesindeki ismimle ‘1152 Eşfak Efendi’, Galatasaray Lisesi’ne minnetlerimi, şükranlarımı ifade ediyor, şanlı, şerefli mevcudiyetini ebediyen sürdürmesini diliyorum.”

Alelade bir kurt olarak girdiğimiz okuldan Eşfak amcanın dediği gibi rengârenk kimliklerle çıktık. Belki de okulun başardığı en önemli şey, öğrencilerini tornadan geçirirmişçesine yetiştirmeyi reddetmesinden kaynaklanıyordu. Onun için Eşfak amcanın yaptığı “metamorfoz” benzetmesi önemli. Çünkü hayatta fen, matematik edebiyat kadar önemli bazı değerler de var. Arkadaşlarını kollama, yardımlaşma, karşındakine saygı gösterme gibi değerleri verdiği için Galatasaray gerçek bir “tabiat harikası”ydı benim için de...

Fer’iye Saraylarından Galatasaray İlkokulu’na...

Beşiktaş, Cumhuriyet’in eğitim kazanımları açısından bakıldığında önemli bir laboratuvar. Çünkü Cumhuriyet’i kuranlar, neredeyse tamamı Beşiktaş’ta bulunan saray yapılarını eğitim yapılarına dönüştürdüler. Eğer bugün içinde 8 üniversite yerleşkesi ve sayısız köklü ilköğretim okuluyla Beşiktaş’a “eğitim kenti” diyorsak bunun altyapısının 1920-1930’lu yıllar arasında kurulduğunu unutmayalım.  Fer’iye Sarayları olarak bilinen büyük saray kompleksini eğitimin hizmetine sunanlar Beşiktaş’ın bir eğitim yuvasına dönüşmesini sağladılar. Günümüzde Ziya Kalkavan Anadolu Denizcilik Lisesi olarak hizmet veren Kaptan ve Çarkçı Mektebi 1927’de, Kabataş Erkek Lisesi 1928’de, Galatasaray Lisesi’nin ilkokul bölümü 1930’da, Beşiktaş Kız Ortaokulu ve Lisesi 1940’da saray yapılarını kullanmaya başladı.

Beyoğlu’ndaki Galatasaray Lisesi’nde öğretime başlayan ilkokul, 1930 yılında taşındığı Ortaköy’deki binasında 1965 yılına kadar hizmet verdi. Kapatılma nedeni bir muamma... Galatasaraylılar Milli Eğitim Bakanlığı’na niye kapatıldı diye sorduklarında, bakanlık talebin okuldan geldiğini söyler. Hâlbuki böyle bir talep yapılmamıştır. Aynı toplantıda Galatasaray’a kız öğrenci alınması konusu netleşir. İlkokul öğrencilerinin boşalttığı koridorları 1966 yılında kız öğrenciler doldurur.

Benim Galatasaray’a girdiğim 1987 yılında da Ortaköy’ün hakimi kızlardı. Bizim eski bina dediğimiz Fer’iye Saraylarına ait yapının üst katının tamamı kızlar yatakhanesiydi. Erkeklerin yatakhanesi orta katta küçük bir alandaydı. Okulun keyfi, son zilin çaldığı 15:05’ten sonra çıkardı. Bu saatten sonra okulun tartışmasız sahipleriydik ve atılına kadar da okuldan çıkmazdık. Denizin kenarında top oynamak kadar güzeli yoktur. Bazen adam geçmek yetmez dalgalara da çalım atmak gerekir. En önemlisi de altın değerindeki topu Boğaz’a kaçırmamaktır. Ortaköy’den kayık kiralayıp az top toplamadık Boğaz’dan...

Bir tek öğrenciler için değil çalışanlar için de bulunmaz bir nimetti Boğaz... Oltalarını alan çavuşlar deniz kıyısında çoğunlukla istavrit, tek tük izmarit ve kefal avlarlardı. Mevsimine göre lüfere veya palamuta yatarlardı.

17:00’da etüt zilinin çalması okulu terk etmemiz gerektiğini haber verirdi.  İstemeye istemeye de olsa, çoğu zaman ayak direterek okulu terk ederdik.  

Lisemiz üniversite oluyor!

1992 yılında, yani ben Ortaköy’de dokuzuncu sınıfı okurken Galatasaray’ın geleceğini şekillendirecek bir karar alındı. Galatasaray Eğitim ve Öğretim Kurumu kuruldu. Bu kararın ardından iki yıl sonra Galatasaray Üniversitesi resmen açıldı. 1994 yılında ilk öğrenciler, bizim güzel günlerimizin geçtiği Ortaköy’e geldiler. 1930’lardan 1965’lere kadar Galatasaray İlkokulu, 1994’e kadar Galatasaray Lisesi olarak hizmet veren Fer’iye Sarayları’nın küçük bir bölümü artık Galatasaray Üniversitesi’ne ev sahipliği yapacaktı.

1995 yılında liseyi bitirdiğimde ara sınavla Galatasaray Üniversitesi’ne geçme sınavında başarılı olamadım. Ben de İstanbul Üniversitesi’nin yolunu tuttum. Ortaköy’deki binaların tamamı restore edildi... Duvarlar boyanıp, yeni sınıflar oluşturulurken bizim anıların geçtiği mekânlar da kaybolup gitti. Voleybol sahamız kantin, futbol oynadığımız alanlar otopark oldu. Tabii ki anılarımızı Galatasaray Üniversitesi için feda etmekten dolayı üzüntü duymuyorum. Çünkü bizim oyun oynadığımız alanlarda İletişim, Mühendislik ve Teknoloji, İktisadi ve İdari İlimler, Fen-Edebiyat, Hukuk fakültelerinin öğrencileri ders görüyorlar. Umarım Galatasaray Üniversitesi ve çevresindeki diğer eğitim kurumları Fer’iye Saraylarının kalıcı ev sahipleri olurlar. Neden mi? Çocuklarımız ve gençlerimizin bizden daha çok hayal kurmaya hakları var. Boğaziçi bence dünyanın en güzel hayal sahnesi. Ondan faydalanmayı, onun kenarında yaşamayı, okumayı en çok çocuklarımız ve gençlerimiz hak ediyor.

B+ 16


1 Nisan 2012 Pazar

ERGİN KONUKSEVER: BABIALİ'NİN GÖZÜPEK GAZETECİSİ


Ülkenin yakın tarihinde cereyan eden olaylar onun fotoğraflarıyla zihnimize kazındı. Kıbrıs Barış Harekatı, 68 olayları, işçi hareketleri, 1 Mayıslar, ihtilaller, idamlar... Nerede bir olay varsa o makinasıyla oradaydı. 50 yılı aşan meslek yaşantısında öne çıkan hikâyeleri Ergin Konuksever’le Levent’teki evinde konuştum.

Ergin Konuksever Hayat Dergisi sayfalarını karıştırırken...

Gazeteciliğe başlamadan ne yaptığınız hakkında bilgi bulamadım. İsterseniz o dönemden başlayalım...

Babamın öğretmenliği sırasında Samsun’da doğmuşum. Sonra da Kurtuluş’a taşındık. Gazeteciliğe başlamadan evvel biraz futbol oynadım, biraz da okula giderdim, Nişantaşı’ndaki Şişli Terakki Lisesi’ne... Hayatım babam evinde geçti, liseyi orada bitirdim, gazeteciliğe de orada başladım. Sonra 73 senesinde şu an evimin bulunduğu yer ve çevresi Gazeteciler Kooperatifi’ydi. 74’te de Levent’teki bu eve taşındım.

Gazeteciliğe ilk adım nasıl oldu?

Lise son sınıfta beklemeli kaldım, bir sene... O zaman böyle değildi, bitirme sınavları vardı. Babamın arkadaşları vardı, onlardan bir tanesi -sonradan da benim ustam oldu- meşhur şair Orhan Veli’nin kardeşi Adnan Veli’ydi. Adnan Abi bir gün bize gelmişti, “Ne yapıyorsun Ergin” dedi, “Hiç abi, bekliyorum” dedim. “Böyle zaman geçmez. Yarın Orhan Abi’nin (Veli) anma töreni var Atlas Sineması’nda, oraya seninle beraber gideceğiz ama yazıyı sen yazacaksın” dedi. Yazdım ama beğenmedi. “Orhan Veli bugün anıldı” diye başlık atmıştım. “Bugün diye yazmayacaksın, dün anıldı diye başlık atacaksın, çünkü bu haber yarın çıkacak” dedi. Böylece gazeteciliğe Vatan Gazetesi’nde başladık, sene 1956...

Fotoğrafa ilgi ne zaman başladı?

Fotoğraf daha sonra... Vatan sahip değiştirdi, ben Yeni Sabah’a geçtim. Yeni Sabah’ta bizi sağa sola yolluyorlar, yanımızda da foto muhabiri oluyor. Benim istediğim gibi fotoğraflar olmuyordu. Şöyle çek falan diyordum, oradaki arkadaş da “bize mi öğretiyorsun, biz bilmiyor muyuz?” diyordu. Baktım olacak gibi değil. Zaten bir Rolleiflex’im vardı o dönemde... “Bundan sonra kendi fotoğrafı kendim çekmek istiyorum”, dedim. “İyi, çekebiliyorsan çek”, dediler. Böylece kendi yazımızın fotoğrafını kendimiz çekmeye başladık. Oradan da Hürriyet’e geçtim. Hürriyet’te tam bir foto muhabiri olarak çalışmaya başladım. Sonra 68’li yıllarda Günaydın’a geçtik. Orada ben hem fotoğraf çekip, hem yazı yazınca, gazetenin patronu Haldun Simavi demiş ki “herkes Ergin’in yaptığı gibi kendi yazısının fotoğrafını kendi çeksin!” Ondan sonra herkes fotoğrafını kendi çekmeye başladı. Tabii foto muhabirinin kullanılması gereken yerler de vardır.

Yazıyla başlayıp, fotoğrafla devam etmişsiniz. Hangisini bırakamazsınız?

Herhalde fotoğraf makinasını bırakamam. Çünkü Türkiye’de çok olaylar oldu, kan gövdeyi götürdü. Harplere gittik. Fotoğraf çekmezsen, hayat yok.

Kan gövdeyi götürdüğü anda orada olabilmeyi nasıl becerdiniz?

Valla ilk önce gözün kesecek. Göze alamayacaksan girme bu işe! 68 kuşağı dediğimiz o zamanki genç arkadaşlar beni çok tutarlardı ve severlerdi. Tabii şimdi niye diyeceksin... Çünkü ben onlara hiçbir zaman ihanet etmedim. Onların arasında gayet rahat, elimi kolumu sallayarak dolaşabilirdim. Onun için öyle geldi, öyle gidiyor.

O dönemde bir yandan da askerlerle ilişkiniz var. Onları da takip ediyorsunuz...

Benim askerlerle ilişkim her zaman iyidir. Askerini sevmeyen, ordusunu sevmeyen adam benim için vatansızdır.

Birçok gazete patronuyla, kanunsuz işlem yapmalarından dolayı kavgalarınız var. Bugün de durum çok farklı değil. Ne düşünüyorsunuz?

Çok ayıp. Hâlâ sigortasız çalıştıran, tazminat ödemeyen gazeteler var. Ben haysiyetiyle çalışan birkaç gazetede çalıştım. Ahmet Emin Yalman’ın Vatan Gazetesi bir kuruş hakkımızı yemedi, başladığımız gün sigortamızı, kadromuzu yapmıştır. Yeni Sabah Gazetesi’nin patronu Sefa Kılıçlıoğlu da -pek sevmezler, despottur derler ama- kanunlara uyardı, günü gününe sigortamızı yapmıştır. Ama Hayat Dergisi’nde patlak verdi, Günaydın da patlak verdi biraz... Altı ay çalıştığımızı göstermediler Günaydın’da... Ama iyi ki olmuş (gülüşmeler). O sırada bir süper emeklilik çıkmıştı. Onu yaptırmaya gittiğim zaman Günaydın’ın 6 ay sigortamı ödemediği ortaya çıktı. Süper emekliliğe başvuramadım. Ama iyi ki ödememişler, şimdi süper emekliler benden daha az para alıyorlar.

Hayat Dergisi’ndeki olay nasıl patlak verdi?

Hayat Gazetesi grevdeydi. Grevden çıktıktan sonra Kemal Uzan dergiyi satın aldı. “Sizinle beraber çalışmak istiyorum, ama kadrosuz” dedi. Mümkün değil, dedim. Daha emekliliğim dolmadı, basın kartımın sürekli hale geçmesi lazım, onun için ben çalışmam dedim. Aradan bir zaman geçti yine çağırdı beni... En sonunda bana dedi ki “ben gazetecileri aldım, bana kazık attılar.” “Kazık atanların durumu, sizinle onların arasındaki bir sorun, benimle çalışmak istiyorsanız benim şartım bu, benimle mukavele yapacaksınız” dedim. “Peki hiç merak etmeyin ben şimdi bir yere gidiyorum, ondan sonra biz zaten seninle abi kardeşiz, gideyim geleyim mukaveleni yapalım” dedi.  “Peki sen şu İran-Irak Savaşı var, oraya gider misin?” diye sordu. Ben de “giderim, niye gitmeyeyim” dedim. O da, “git gel mukaveleni yaparız” dedi. 75 bin lira gibi bir para koydular cebimize... Kalktık 80’de İran-Irak Savaşı’na gittik. Orada ölüm tehlikesi de atlattık Savaş Ay’la birlikte. Önümüzdeki arabaya roket geldi. Bir sonraki arabada biz vardık.

Irak’a nasıl girdiniz?

Haşim El Şebip diye Ankara’da Irak sefaretinde çalışan bir adam var. Rahmetli Orhan Duru bu akşam bir Iraklıyla yemek yiyeceğim sen de gel dedi. Gittik, Haşim El Şebip’le tanıştık. Sonra yıllar sonra bu adam İstanbul’a geldi. Çocuğu da benim kızla aynı okulda okuyor. Okulda karşılaştık. Sonra ben Irak’a gittim. Bir baktım omuzunda makinalı tüfeğiyle bu adamı gördüm. Milis kuvvetlerinin başkanıymış. Cepheyi gitmek istediğimi söyledim, o da gideriz dedi. Adam bunu söyler söylemez yanımdaki Türk gazetecilerin tamamı biz de gitmek istiyoruz dediler. Savaş Ay var, Sadettin Teksoy var, Bekir Aydın var, Erhan Akyıldız var, Faruk Arar var, daha birkaç kişi daha var. Bir otobüs geldi, bindik, Abadan’a doğru yaklaşıyoruz, yanan petrol kulelerini görüyoruz. Orada gazeteci arkadaşlardan biri su koyverdi. “Buradan öteye gitmem” dedi. Adam dedi ki “mümkün değil, ancak bizi burada otobüsün içinde beklersin”, dedi. Bizimki hüngür hüngür ağlamaya başladı. Adam döndü ve dedi ki “Ben Türkleri çok kahraman bir ulus olarak bilirim, çünkü benim babaannem Türk. Sen ne biçim Türksün?” Sonra bana geldi, “dönelim, ben yarın yalnız seni götüreyim” dedi. Savaş Ay’la birlikte sabahın erken saatinde adamla buluştuk. Gittik cepheye...

Benim bir özelliğim var, savaş ganimeti olarak mermi kovanı toplarım. Bir ara ateş kesildi. Yeraltı koruganındayız. Oradan çıktım ganimet topluyorum. Meğerse beni İranlılar görmüş, yerimizi tespit etmişler. İran helikopterleri geldi, bombardımana başladı. Biz yine korugana girdik. Biraz sonra ateş kesildi. Sonra Iraklı bir subay geldi, bangır bangır bağırıyor. Haşim Bey de tercüme ediyor. “Sana bağırıyor aman bir daha korugandan çıkma”, dedi. Dönüşe geçtik, ama İranlılar konvoya da ateş açtı. Önümüzdeki araba ateş aldı. Sekiz asker yandı. Ama biz kurtulduk.

Mukavele ne oldu?

Geldik İstanbul’a... “Efendim ben şimdi Bursa’ya gidiyorum, gidip geleyim yaparız.” Sekiz-dokuz ay salladı beni... Bir gün bizim Hikmet Andaç vardı, genel yayın yönetmeni. Hikmet abi git şu adamla konuş, şu mukaveleyi yapacaksa yapsın, yapmayacaksa ona göre hareket edeyim dedim. Gitti, geldi... Ergin çok üzgünüm ama adam diyor ki “böyle çalışıyorsa çalışmıyorsa gitsin.”

Kalktım odasına gittim, sekreteri dedi ki içeride biriyle görüşüyor. Tamam dedim, kapıya bir tekme, kapı çıktı yerinden... Kalk ulan dedim, mukavele yapmıyormuşsun, giderse gitsin diye de sövüyormuşsun... Öyle diyorum ne olacak, dedi. Bir güzel cevabını verdim, çıktım odadan... Geldim eşyalarımı topluyorum. O sırada Kemal Uzan’ın kardeşi polis çağırmış. Gazeteye polis geldi. Polislerin arasındayken bir cesaret buldu. Bana saldırdı, ben yine gereken cevabı verdim. Kapının önüne bir geldik, bütün arkadaşlar toplanmış. Ahmet Vardar, Olay Tan, Savaş Ay, Vasfiye Abla, Erhan Akyıldız orada... Nereden haber aldınız, ne çabuk geldiniz, dedim. Meğerse polis telsizi anons geçmiş Hayat Mecmuası’nda kavga var diye... Bunlar da demişler “tamam Ergin Abi Kemal Uzan’ı dövdü!”

Afganistan’a ne zaman gittiniz?

1976’lı yıllardı. Tercüman Gazetesi’ndeydim. Pakistan’a gittim. Oradan Peşaver’e geçtik. Orada bir kalabalık var. Afganistan’ın işgaliyle ilgili olarak Ziya Ül Hak gelecek aşiret liderleriyle burada görüşecek, dediler. Büyük büyük çadırlar kuruldu. Ziya Ül Hak geldi. Bütün gazetecilerle tanışmak istemiş. Orada da çok kalabalık bir gazeteci grubu var. “Ben Türk gazeteci Ergin Konuksever’im” dedim. Sarıldı bana, “sen  şöyle dur”, dedi. Biraz sonra emir subayı geldi, “majesteleri sizi görmek istiyor”, dedi.

“Ne yapmak istiyorsun”, dedi. “Afganistan’a gitmek istiyorum”, dedim. “Yarın yollayayım seni”, dedi. Sabah yine o emir subayı geldi, havaalanına gittik. Bir helikoptere bindik, Hindikuş Dağları’nın üzerinden geçtik. Bir yere indik. Bir gece orada kaldık, ertesi gün yine aynı helikopterle döndük. Bu sefer, majesteleri sizi İslamabad’da bekliyor, dediler. Bir de oraya gittik. Beraber yemek yedik. “Ben Türkleri çok severim, sana bir de Türkçe şarkı söyleyeyim”, dedi. “Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın”ı söyledi.

Sonra İstanbul’a geldi. Burada görüştünüz mü?

İstanbul’a geldi. Topkapı Sarayı’ndaki kutsal emanetleri ziyaret etmek istemiş. Çünkü bunun konuşamayan bir çocuğu var. Sultanahmet Camii’nden çıktılar. Ben de volkswagen’imle hemen arabasının arkasına girdim. Polisler falan engellemeye çalıştılar. Tam o sırada beni gördü, “arkadaşım beni hatırladın mı?” diyerek sarıldı... Topkapı Sarayı’na gittik beraber. Kutsal emanetleri kızın yüzüne sürdüler.  

Sizin 1 Mayıslarda da birçok anınız var. Bir tanesini paylaşabilir misiniz bizimle?

78 1 Mayıs’ında sokağa çıkma yasağı vardı. O zaman Milliyet Gazetesi’ndeyim. Benim de bir sualtı komandosu arkadaşım var, Göksel Olcay. Telefon etti, “işkampavyayla geldim, Sirkeci’de rıhtıma yanaştım, seni bekliyorum. Haliç köprüsüyle Galata köprülerinin korumasını bana verdiler, gel devriyeyi beraber yapalım”, dedi. Namık Koçak var, o zaman benim stajyer muhabirimdi. “Hadi Namık, yürü Göksel abine gidiyoruz”, dedim. Bindik işkampavyaya, gidiyoruz Haliç’in içinde... Balıkhanenin önüne geldik. Üç-beş tane balıkçı var. Bizi görünce kaçmaya başladılar. Askerler sardı balıkçıları, balıkçıların reisleri geldi. Komutan “niye kaçıyorsunuz?” diye çıkışınca, reis “komutanım ben sizi polis zannettim” dedi. “Ne olacak polis olsak?”, deyince de reis “Komutanım bildiğin gibi değil, sabahtan beri gidip gelip Kuzey Deniz Saha Komutanı Sabahattin Ergin Paşa balık istiyor diye 25 sandık balığımızı aldılar” dedi. Göksel Olcay hemen telsizle paşayı aradı. Paşa olaydan habersiz. Gidin o polisleri bulun diye emir verdi. Biz gittik ama iki kasa balık kalmış. Balığı alan gitmiş... Polisleri aldılar Kuzey Deniz Saha’ya götürdüler, biz de iki kasa balığı balıkhaneye götürdük. Reis de “yok komutan, biz onları istemiyoruz. Siz benim haysiyetimi korudunuz. Ben size balık vermeyeceğim de kime vereceğim” dedi. Otuz sandık kalkan verdiler bize. Koyduk sandıkları işkampavyaya, geldik  Kuzey Deniz Saha’ya... İki asker aldım, kalkanları parçaladık. Erler, astsubaylar, subaylar, hepsi yedi. Geriye de bir sürü kalkan kaldı. 

İhtilalleri de yakından izlediniz, fotoğrafladınız...

İdam edilen Fethi Gürcan, ben askerdeyken grup komutanımdı. O sonra 22 Şubat hareketine katıldı, onu emekliye sevk ettiler. Ayazağa’da süvari okulunda akşamları toplanırdık, o da gelirdi. Yine bir örgütlenme faaliyeti var. 21 Mayıs daha olmamış, Fethi abinin etrafında toplanılıyor, o da anlatıyor. Ben de ona dedim ki “Fethi abi sen 22 Şubat akşamı Başbakan İsmet İnönü’yü kuşattın, kabine üyeleriyle birlikte esir aldın. Sonra da bıraktınız. Şimdi de yeniden bir hazırlık içindesiniz. İnönü de siz onu bırakınca, gidip Hava Kuvvetleri’ne sığındı. Hava Kuvvetleri de 22 Şubatçıların aleyhine döndü ve siz harekatı kaybettiniz. Emekli oldunuz rütbeleriniz de gitti. Bir kuşatma olsa onları esir alsan gene onları bırakır mısın”, dedim.  Ne yapsaydım, dedi bana. “Valla binbaşım ihtilalin gereği neyse onu yapmalıydın”, dedim. Tam kapıdan çıkıyordu, Fethi abi hâlâ aynı fikirde misin deyince, döndü bana “Amma kalın kafalı olmuşsun. Tarihe İnönü’yü öldüren adam olarak mı geçseydim” dedi. Yo, öldürmen şart değildi ama bir şeyler yapsaydın, dedim. Ama sen hâlâ bu kafada olduğuna göre İnönü Fethi Gürcan’ı astıran adam olarak tarihi geçer”, dedim.

Sonra içeri düştüler. Askerdeyken yüzbaşım olan Sabri Sarıyer de düştü içeri... Sabri abinin karısı Leman ablayı alıp Ankara’ya Sabri abinin ziyaretine gittik. Çocukları Ahmet ve Alev’i de yanımıza aldık. Giderken de 6-7 fotoğraf aldım yanıma. Talat Aydemir’in, Fethi Gürcan’ın da fotoğrafları var. Gömleğimin içine koydum hepsini... Mamak Cezaevi’ne gittik. Biz Sabri abiyi beklerken, Fethi abinin hanımını gördüm. Fethi abi de gelince hemen fırladım yerimden gömleğimin içinden resmini çıkardım, “Fethi abi şunu bana imzalasana”, dedim. Yüzüme baktı, hiç unutmam, “Ulan Ergin, sen şimdi haklı çıktın. Bunlar beni asacaklar, sen de hatıra diye bu resmi duvara asacaksın değil mi”, dedi. O resmi, onun lafı yüzünden hiçbir yere asamadım, saklıyorum yukarı katta... Bir tek Talat Aydemir’in anıları kitabında kullandık.

B+ 16