26 Aralık 2012 Çarşamba

YENİDEN SİNEMA


Levent Kültür Merkezi Onat Kutlar Sinema Salonu adına yakışır bir sinema merkezine dönüşüyor. Dönüşümün hikâyesini ve bu salonda başlayan yeni etkinliği, bu fakir kütüğün takipçileri için yazdım. 

2009 yılının sonbaharıydı. Beşiktaş Belediyesi’nin dördüncü katında ilgili kişiler Levent Kültür Merkezi Onat Kutlar Sinema Salonu’nun yeniden sinema işleviyle Beşiktaş kentlilerine ve sinemaseverlere hizmet vermesi için neler yapabileceklerini tartışıyordu. Uzun süren tartışmaların ilk meyvesi “Bir Belgesel, Bir Gazeteci, Çay ve Simit” oldu. Belgesel Sinemacılar Birliği ve Türkiye Gazeteciler Birliği işbirliğiyle düzenlenen etkinlikte her hafta çarşamba günü Onat Kutlar Sinema Salonu’nda bir belgesel sinema örneği gösterilecek. Ardından söyleşi düzenlenecekti.

Atılan tohumlar kısa sürede tuttu. Salon her çarşamba dolmaya başladı. Ama bu bir başlangıçtı. Bu sinema salonunun adına yakışır bir biçimde sinemanın tüm türlerine ev sahipliği yapması isteniyordu. İlk olarak 2010 yılında Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi ile iletişime geçildi. Uzun yıllardır düzenledikleri kısa film etkinliği “Hisar Kısa Film Seçkisi” bu alandaki en önemli etkinliklerden biriydi. İki kurum tecrübelerinden doğacak yeni bir projeyi Onat Kutlar Sinema Salonu gerçekleştirmek istese de belediyenin yoğun etkinlik programı nedeniyle kısa film etkinliğine başlanamadı.

Bütün bunlar olurken “Bir Belgesel, Bir Gazeteci, Çay ve Simit” 3. sezonuna girdi. Onat Kutlar Salonu belgeselseverlerin ikinci adresi oldu. 3 sezonda 80’e yakın belgesel gösterildi. Belgesel yönetmenleri ve gazeteciler izleyicilerle buluşup belgesel sinema hakkında tartışma fırsatını yakaladı.

Yeni bir soluk!

2009 yılındaki ilk toplantının ardından salona yeni bir soluk getirmenin zamanı gelmişti. 2012 yazında yine dördüncü katta toplanıldı. Belediyenin misafirleri “Yeni Sinema Hareketi”nin üyeleriydi. Ulusal ve uluslararası arenada birçok ödül kazanan filmler Türkiye’de salon bulma sıkıntısı yaşıyordu. Bu sorunu çözecek bir etkinlik planlandı. Kısa sürede etkinliğin adı kondu: “Her Cuma Yeni Sinema”. İki aylık etkinlik program oluşturuldu. Söyleşili gösterim geleneği bozulmayacaktı: Her cuma bir sinema filmi gösterilecek ardından yönetmeni ve başrol oyuncularıyla söyleşi gerçekleştirilecekti. Söyleşili gösterimleri izleyen pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günlerinde, 14:00-16:30 seanslarında filmler tekrarlanacaktı.

Düşünce aşamasından program oluşturma aşamasına kadar ince elenip sık dokunan etkinliğin tasarımları da etkili olmalıydı. Bir ustanın elinden çıkmalıydı. Yeni Sinema Hareketi’nin kurumsal kimlik çalışmalarını da gerçekleştiren, Türkiye’nin önde gelen grafik sanatçılarından Bülent Erkmen’in tasarım ofisi, “Her Cuma Yeni Sinema” etkinliğinin basılı malzemelerini gönüllü olarak tasarladı. 
Tasarım: BEK

Ve motor!

Her şey hazırdı. Beşiktaş Belediyesi ve Yeni Sinema Hareketi, 5 Kasım 2012’de düzenledikleri bir basın toplantısıyla gazetecileri bilgilendirdi. Beşiktaş Belediye Başkanı İsmail Ünal yaptığı konuşmasında bu etkinlik hakkındaki düşüncelerini şöyle aktardı:

“Bugün önemli bir başlangıcı paylaşıyoruz. Ulusal sinemamız artık Beşiktaş’ta.
Sinemamızın son dönemlerde üretilen çağdaş ürünlerini artık Beşiktaş Levent Kültür Merkezi’nde seyirci ile buluşturacağız. Bu etkinliklerle Levent Kültür Merkezi Onat Kutlar Salonu yeniden bir sinema merkezi haline gelecek. Değerli sinema insanı ve hemşehrimiz Onat Kutlar’ın anısına da bu özenin yakışacağına inanıyorum.”

İlk gösterim tarihi 9 Kasım 2012’ydi. “Her Cuma Yeni Sinema” Serkan Acar’ın yönetmenliğini üstlendiği “Aşk ve Devrim” filmiyle başladı! Salon doluydu. Serkan Acar ve başrol oyuncularından Deniz Denker’in katıldığı söyleşi büyük bir ilgiyle izlendi. “Aşk ve Devrim”i İlksen Başarır’ın iki filmi, “Atlıkarınca” ve “Başka Dilde Aşk” izledi. İlksen Başarır ve oyuncu Mert Fırat senaryosunu beraber hazırladıkları iki filmin bilinmeyenlerini anlattı.

Etkinliğe gelen sinemaseverler de mutluydu. Erdem Er, “Film kadar ve hatta daha fazla gösterimin sonundaki konuşmaları önemsiyorum. Çok bilgilendirici oluyor. Sinema dünyasını anlamamıza çok yardımcı oluyor. Bu bölüm çok önemsenmeli ve filme emeği geçen daha geniş bir kadro davet edilmeli” diyordu. Yeşim Narter ise “Bu etkinlik çok verimli ve faydalı. Bir bakış ve vizyon yaratıyor” dedikten sonra etkinliğin duyurulmasındaki eksikliklerden yakınıyordu: “Film sonrası konuk konuşmacı ile seyircilerin interaktif fikir paylaşımında bulunabilecekleri, sorularını sorabilecekleri bir ortamın yaratıldığını yeterince duyurulmadığını düşünüyorum. Örneğin ben film izlemeye geldim ancak film sonrası konuk konuşmacı ile soru-cevap ortamından film bitince haberdar oldum.”

Özcan Alper'in "Gelecek Uzun Sürer"i 14 Aralık 2012'de gösterildi. 

Eleştiriler Beşiktaş Belediyesi ve Yeni Sinema Hareketi tarafından değerlendirilerek duyuruların etkin yapılması konusunda çalışmalar başlatıldı. Bölgeye asılan afiş, bez afiş gibi klasik duyuru imkânlarıyla beraber, belediyenin twitter ve facebook hesapları da etkinliğin duyurulmasında kullanıldı. Beşiktaş’ta yaşayan sinemaseverlere kısa mesajla bilgilendirme yapıldı.

Beşiktaş Belediyesi ve Yeni Sinema Hareketi, etkinliğin ikinci ayı daha dolmadan, her cuma dolu bir salona sinema filmi izlettirmenin mutluluğunu yaşıyor ve sinemaseverleri her cuma 19:00’da başlayan söyleşili gösterimlere bekliyor.

B+ 19


18 Aralık 2012 Salı

GÖKDELEN VESAYETİNDEKİ APARTMANLAR




İstanbul'da Bizans ve Osmanlı dönemlerinde yüzyıllarca yıl süren ahşap ev vesayetini kıran apartmanlar, ileri demokrasi isteyen gökdelenlere yenik düştü. Vesayeti ele alan gökdelenler apartmanlara hitaben yaptıkları balkon konuşmasında şöyle dediler: '74 milyonun kardeşçe, bir ve beraber yaşayacağı bir Türkiye gökdeleni inşa etmenin yoğun çabası içinde olduk. Her bir apartmanın yaşam tarzı, inancı, değerleri, bizim üzerimizde mübarek bir emanettir' 

16 Aralık 2012 Pazar

ŞU FIRAT'IN SUYU

Her sabah evlerinden işlerine giden, her akşam işlerinden evlerine dönen gelecek umudunu yitirmiş ey İstanbullular! Dün akşam size kuş uçumu 1000 kilometre uzaklıkta güneşi böyle batırdım. Siz de deneyin, mutlu oluyor, umut doluyor insan. 

Eskiden bu vadiden, Fırat'ın deli suları yaklaşık 80 metre aşağıdan akarmış. Artık Fırat uslu!



Atatürk Baraj Gölü'nde, Kahta-Siverek arasında bir yerde...

7 Aralık 2012 Cuma

İMÇ'NİN VEKÂLETSİZ VEKİLİ: MANİFATURACI İSMET ÜLKE

2009 yılında sandığa attığım leziz söyleşilerden biri. Şöyle demişti İsmet Ülke: "İki türlü işadamı vardır. Biri tüccardır. Tüccar eline, sözüne, işine güvenilen kimse demektir. Ona yüzde yüz itibar edilir. Alacağına vereceğine sadıktır. Ondan ürkmeye, korkmaya gerek yoktur. Diğeri iş adamıdır. Onun için en önde gelen şahsi menfaattir. Menfaati için her şey yapar. Biz o eski tüccar grubuna dâhiliz. Onun için şimdi kolay iş yapamıyoruz."


İsmet Ülke
1945’ten beri manifaturacılık yapıyorsunuz. Sultanhamam’ın en şaşaalı günlerini biliyorsunuz. Bize biraz manifaturacılıktan Sultanhamam piyasasından, bahseder misiniz? Telefonun, faksın, internetin olmadığı bir ortamda nasıl uluslararası ticaret yapılıyordu?

Aslında manifaturacılıkla tanışıklığım 1935 yıllara rastlar. Çocukken okuldan sonra eve gideceğime babamın manifaturacı dükkânına giderdim. Çok meraklıydım işe... Dükkânda her zaman amcam bulunurdu. Babam dışarıda işleri takip ederdi. Onların yeni Türkçesi olmadığı için fatura, makbuz ve mektupları yazardık. Bunun karşılığında da bize kebap ısmarlarlardı.

İşe bilfiil başladığım 1945’lerde Sultanhamam’da her şey güvene dayalıydı. Avrupalı firmalarla bağlantıyı bizim “röprezant” dediğimiz temsilciler yapardı. Harpten sonra Türkiye’de satılan manifaturanın en geçerli çeşitleri birinci olarak Almanya’dan, ikinci İtalya’dan, üçüncü İngiltere’den, sonra da Fransa’dan gelirdi. Ne lisan bilirdik ne oralara gidip gelirdik. Her şeyi aradaki temsilciler yapardı. Onların getirdiği kataloglardan mal seçilir, pazarlık yapılır, akreditif açılırdı. Mallar zamanında elimize ulaşırdı. O kadar ithalat yaptım bir gün bile bir şeyin hilaf geldiğini, eksik geldiğini görmedim.

1946 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizim temsilci Amerika’dan savaş fazlası sargı bezi numuneleri getirdi. Biz de o zaman çok tülbent satıyoruz. Baktık sargı bezlerinden çok güzel tülbent oluyor. Hemen akreditif açıldı mallar için… Hiç unutmam dolar o zaman 1 lira 29 kuruş. Aynı yılın Ağustos ayında Recep Peker kabinesi başa geçti. Başbakanlığı döneminde dolar 2 lira 80 kuruşa çıktı. Bu artış yüzünden Recep Peker kabinesi göreve geldiğinden bir yıl sonra düşmek zorunda kaldı. Demokrat Parti zamanında dolar 8 lira oldu. Sonra karaborsa çıktı ve dolar 18 liraya kadar alıcı buldu. 

Bir gün Almanya’dan bir mal geldi bize. Faturasını açtık belirli bir miktar indirim yapmışlar. Ciddi firmalarla çalıştığımız için indirimin nedenini anlamadık. Böyle bir indirimi konuşmamıştık. Yanlışlık varsa düzeltilsin diyerek temsilciyi aradık. Almanya’dan bin bir özürle başlayan bir mektup aldık. Meğerse bize gönderilen malların içine yanlışlıkla kalite kontrolden geçmeyen iki top konulmuş. Kumaşlarda defo olabileceğini düşünerek indirim yapmaya uygun görmüşler. Bunu söyleyen bizim tabirimizle gâvur, ama senin hakkını senden evvel tespit ediyor.

İthalatlar kesildikten sonra yerli firmalarla alışveriş yapmaya deneyelim dedik. Yerli fabrikalar o zamanlar bez yapıyorlar, emprime yapan az yer var. Bez aldık piyasadan Adana’nın en büyük fabrikalarından birine emprime yaptırıyoruz. Sonra bizim emprimelerin bizden habersiz piyasada satıldığını gördük. Meğerse fabrika, bizim malları bizden habersiz satıyormuş. Bu bir ticari ahlak meselesi!

Yerli piyasadaki ikinci deneyimimiz de hüsranla bitti. Bu sefer Türkiye’nin en büyük kumaş fabrikasına kumaş yaptırmaya karar verdik. Desenleri biz verdik. İmalattan sonra mal toptan geldi. Bir arkadaşımız geldi ve yaptırdığımız kumaşları beğendi. Bizden bir elbiselik kumaş istedi. Toptancıyız ancak arkadaşımızı kırmadık. Topu bir açtık. Defosuz bir tarafı yok. Neresini kesip arkadaşımıza verelim bilemedik. Almanya’dan gelen malda olmayan defoya “olabilir” diyerek indirim yapmışlardı, Türkiye’de ise her tarafı defolu malı normal fiyattan sattılar bize.
Türkiye’deki manifaturacılığın nasıl saygın bir meslek olduğunu 1975’te Frankfurt’ta gittiğim bir fuar sayesinde daha da iyi anladım. Bazı tekstil makinelerine bakmak için gitmiştim fuara. Bir makine beğendik. Makine hakkında tüm teknik bilgileri bize aktardılar. O zaman makineleri getirdikten sonra bir seneye kadar vade tanınabiliyor. Ödeme için nasıl kolaylık yapacaklarını sordum. Bu konuda yetkilerinin olmadığını söyleyip patronlarını çağırdılar.

Patron geldi. Tam bir Alman baronu… Oğlum Haluk tercümanlığımızı yapıyor. Haluk’a dedim ki pazarlığı yapmadan önce bizim geçmişimizi anlat, 1945’den itibaren Almanya’nın birçok firmasından tekstil ithal ettiğimizi, şimdi tekstil ithali zorlaştığı için bu işi yapmaya karar verdiğimizi söyle, dedim. Oğlum söylediklerimi çevirdi ve ne kadar indirim yapabileceğini sordu. Patron şöyle cevapladı: “Ben babanın yaptığı işleri duydum. Benim haddim değil onunla bu konuları konuşmak. O bu işi benden daha iyi biliyor. Nasıl isterse öyle ödesin”. On beş sene bu adam, işinin başında durduğu sürece bizi bir kez arayıp ne ödüyorsun, ne zaman ödüyorsun diye sormadı.

Uzun lafın kısası o kadar ithalat yaptık Avrupa’yla bir gün bile bir itilaf yaşamadık. Nedenini “Tekstil Teknik” isimli derginin benimle yaptığı bir söyleşide belirtmiştim, tekrarlamak isterim: İki türlü işadamı vardır. Biri tüccardır. Tüccar eline, sözüne, işine güvenilen kimse demektir. Ona yüzde yüz itibar edilir. Alacağına vereceğine sadıktır. Ondan ürkmeye, korkmaya gerek yoktur. Diğeri iş adamıdır. Onun için en önde gelen şahsi menfaattir. Menfaati için her şey yapar. Biz o eski tüccar grubuna dâhiliz. Onun için şimdi kolay iş yapamıyoruz.

Bu zevkli girişten sonra isterseniz biraz da İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’ndan bahsedelim. Sultanhamam’ın eski tüccarlarındansınız, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nın fikir aşamasından açılışına kadar geçen sürecin de canlı tanığısınız. Neden Sultanhamamlı manifaturacılar bir çarşı yapma fikrini gerçekleştirmek adına bir araya geldi?

Bu yıla kadar dünya harp içinde olduğu için tekstil piyasasında bir hareket yoktu. 1945’te Avrupa piyasasının canlanmasıyla Sultanhamam ve Tahtakale inanılmaz derecede hareketlendi. Kamyonların mal indirip bindirmesi büyük bir trafik keşmekeşi yarattı. Bu sırada belediye meclisi bir tavsiye kararı aldı: “Trafik keşmekeşini önlemek için Tahtakale-Sultanhamam bölgesinde araba girişini yasaklayacağız; yalnız yaya trafiğine izin vereceğiz. Toptancılar hareket edemeyecekleri için şimdiden tavsiye ediyoruz şehir dışında yer bulsunlar”.  

Bunun üzerine telaşa düşen tüccarlar aralarında bir müteşebbis heyeti kurdular. Zamanın en büyük tüccarlarından oluşuyordu heyet: Rıfat Edin Bey, Namık Özcan Bey, Naci Karatay Bey, İsmet Çakır Bey, Niyazi Hamzaoğlu Bey, Ömer Kurdoğlu Bey, Osman Nuri Bey, Kemal Haraşçı Bey ve ismini şimdi hatırlayamadığım birkaç kişi daha vardı… Bu heyet çarşı esnafını toplayarak bir kooperatif kurma fikrini anlattılar. Herkes tasvip etti. Üye kabulünün ardından kooperatif kuruldu. Belediye kooperatife çeşitli arsalar gösterdi. Eminönü’ne yakınlığı nedeniyle bugünkü çarşısının bulunduğu arsa kabul gördü.

Siz de müteşebbis heyetin içinde miydiniz?

Değildim ama en az heyettekiler kadar süreci takip ediyordum. Dükkânımız Sultanhamam’da Kısmet Han’daydı. Kooperatif ilk çalışmalarına Kısmet Han’daki bir yazıhanede başladı. Biz dördüncü, kooperatif üçüncü kattaydı. Bu nedenle, sanki her toplantıda biz varmışız gibi bilgimiz oluyordu kooperatifin icraatlarından. 1971’lere kadar yönetimde yer almadım. Çarşı açıldıktan sonra 1971’de çarşının idare heyetine girdim. Yirmi bir sene görev yaptım. 

Çarşı açılışına katıldınız mı?

Evet, oradaydım. 1968’in sonlarına doğru çarşı açıldı. Açılışı Başbakan Süleyman Demirel yaptı. Birinci blokta 1353 numaradaydım. Başbakan, bizim dükkânın önündeki merdivenlerde çarşının kurdelesini kesti. Namık Özcan ve Başbakan kısa konuşmalar yaptılar. Çok kalabalık bir gündü. Çarşının arkasındaki Cibalikapı Kız Lisesi öğrencileri de törene katılıp Başbakana çiçek verdiler.

Açılış günü bizim firmayla birlikte 20-30 firma daha gelmişti. Bu kadar az firmanın gelmiş olmasını Sultanhamam’daki alışverişin şeklinin değişmiş olmasına bağlıyorum. 1960’a kadar manifatura ithalata dayanıyordu. 1960’dan sonra artık yerli üretime dönünce Sultanhamam aktörleri de değişti. Sultanhamam’daki birçok eski manifaturacı işi bırakmıştı. Dolayısıyla kimse gelmedi çarşıya. İdare heyeti çok müşkül durumda kaldı. Çarşı boş kalınca başka iş kollarından insanlar burada dükkân açmak istediler. Mesela burada meyhane açmak istediler. Hatta iki tane meyhane açıldı. Ama yönetim yetkisini kullanarak bunların ihracı için mücadele etti.  

Aslında çarşı manifaturacılar için tasarlanmıştı. Ama sonuçta istenilen olmadı. Manifaturacıların çoğu Sultanhamam’da kalmayı tercih etti. Peki hangi iş kolları geldi geçti İMÇ’den?

Manifaturacıların çarşıya rağbet etmemesi şundan kaynaklanıyordu: Belediye bize Sultanhamam ve Tahtakale’yi araç trafiğine kapatacağını söylemişti. Biz de onun için kooperatifi kurduk ve inşaat yaptık. Ancak çarşı açıldıktan sonra belediye her şeyi unuttu. Sultanhamam ve Tahtakale’yi araç trafiğini kapatmadı. Eski tas, eski hamam devam etti. Esnaflar yerlerinden kopamadı. Belediye kararını uygulasaydı çarşı açıldığı gün tüm manifaturacılar çarşıyı doldururdu. Binanın yapılmasını teşvik eden belediye boş kalmasını da teşvik etmiş oldu. Belediye PERPA’da da aynı uygulamayı yaptı. Perşembe Pazarı’nı Karaköy’den kaldıracağım dedi ama kaldırmadı. Böylece PERPA da senelerce boş kaldı.

Şahsen çarşının boş kalmaması için çok uğraştım. En az altmış dükkânın arkadaşlarıma kiralanmasında veya satılmasında ön ayak olmuşumdur. Birçok kadifeciyi ben getirdim çarşıya. Herkese yardımcı olmaya çalıştım. Derlerdi ki seni vekâletsiz vekilimiz tayin ettik.

1970’lerin ortalarına doğru kadife döşeme piyasası gelişince bu piyasa birinci bloğa geldiler. Hatta kadifecilerin en büyük markası olan Epengle’nin çarşıya gelmesini teşvik ettim, dükkân bulmaları konusunda yardımcı oldum. Epengle gelince diğer küçük kadifeciler de hemen İMÇ’den dükkân tuttular. Kadifecilerle birlikte mefruşatçılar da gelmeye başladı. Birinci blok o kadar doldu ki mefruşatçılar ikinci bloğa da taştı. Ondan sonraki en büyük hareket Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde oldu. Japonya’ya yaptığı ilk ziyarette, çok isabetli bir karar alarak, bugün Türkiye ihracatında büyük rolü olan konfeksiyonun ana makinesi olan sanayi dikiş makinesi ithalatını serbest bıraktı. Gümrüğünü de sıfır yaptı. Bunun üzerine sanayi dikiş makinesi ithalatı patladı. İkinci bloğun küçük bir bölümünde üç-beş tane makine tamircisi vardı. İthalatçılar da onların yanına, ikinci bloğa gelmeye başladı. Bu blokta büyük bir canlılık görüldü. Makineciler konfeksiyoncuların da bu bloğa yerleşmesine neden oldu.

Sirkeci’de Eminönü’nde küçük dükkânlarda taş plaklara dolum yapan müzikçiler de kaset devriminin başlamasıyla yer ihtiyacı hissettiler. Kaset artık küçük dükkânlarda doldurulmuyordu. Onlar da altıncı bloğa yerleştiler. 1970’lerin ortalarından sonra çarşı mefruşatçılar, müzikçiler, makinecilerle doldu. Çarşının ismi üçüne de uyuyordu. Müzikçiler, İstanbul Müzikçiler Çarşısı; mefruşatçılar, İstanbul Mefruşatçılar Çarşısı; makineciler, İstanbul Makineciler Çarşısı diyordu. Biz de çarşının esas adı olan İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nı kullanıyorduk.

1353 numaralı çarşıdaki ilk dükkânınızda ne iş yapıyordunuz?

Aslında bizim ilk dükkânımız altıncı bloktaydı. Biraz uzak bulduk bu dükkânı ve bir tekstilci arkadaştan 90 bin lira ödeyerek 1353 numaralı dükkânı satın aldık. Manifaturacı olduğumuz için dükkânı kumaş satmak için dekore ettik. Ama çarşı dolmadığı için ilk başlarda müşteri gelmedi ve istediğimiz satışlara ulaşamadık. 1985’e kadar bu dükkânda iş yaptım. Sonra işimi değiştirdiğim için burayı bir mefruşatçıya kiraya verdim ve Bayrampaşa’ya taşındım. Birinci blokta hâlâ üç dükkânım var.

Yirmi bir sene çarşı yönetiminde görev yaptığınızı söylediniz. Mutlaka ilginç şeyler yaşamışsınızdır. Hatırladıklarınızı bizimle paylaşır mısınız?

Tabii ki birçok ilginç olayla karşılaştık. Mesela çarşı açılırken bir dükkân için 2 kilovatlık bir elektrik öngörülmüştü. Kadifeciler gelip vitrin düzenlemesi ön plana çıkınca, sadece vitrinde 3-4 kilovat elektrik harcandığını gördük. Acele karar alarak çarşının tüm elektrik tesisatını her dükkâna 10 kilovat elektrik sağlayacak şekilde yeniledik. Elektrik İdaresi’yle anlaşarak trafo merkezi inşa ettik. Kabloların tamamını değiştirdik. Çarşı bu değişimden sonra çok rahatladı.
O günlerden kalan bir anıyı hep hatırlarım. Kabloları değiştirmek için Türkiye’deki tüm kablo üreticilerinden fiyat teklifi aldık. Pazarlıklar yapıldı ve en düşük fiyatı teklif eden şirkete iş verildi. Alım yapıldıktan sonra kablo firması bu fiyata devlete veya herhangi bir müteahhide bu kadar düşük fiyata mal vermediklerini söyledi. Çok iyi pazarlık ettiğimizi anlattı. Tabii hepimiz tüccarlıktan geldiğimiz için pazarlığı çok iyi biliyorduk; çarşının menfaatini hep ön planda tuttuk.

Çarşı faaliyete geçtikten sonra bekçi, temizlikçi, kazancı gibi personellerimiz vardı. Sendika hareketleri başlayınca temizlik işçilerimiz kendi istekleriyle Temizlik İş Sendikası’na geçti. Bu sendika DİSK’e bağlıydı. Toplu iş sözleşmeleri için görüşmeler başladı. Bizim o zaman ilk kez başımıza böyle bir şey geliyordu ve çok tecrübesizdik. Uzman bir avukat tuttuk. Onun tavsiyelerini alarak toplu iş sözleşmelerini yürüttük. 1978 civarında çarşı birçok rahatsızlık geçirdi. Dükkân kapatmalar ve tehditler başlamıştı. O devirdeki bir toplu sözleşmede bazı sorunlar yaşadık. Çarşı yönetiminin toplu sözleşme sözcüsüydüm. Sendikanın ileri gelenleriyle çok iyi anlaşıyorduk. Makul insanlardı. Mesela bir sözleşmede işçiler bizden havlu istediler. Biz de olur veririz, dedik. Bir sonraki sözleşmede işçiler havlunun enini boyunu tarif ederek istediler. O sırada görüşmede bulunan sendika başkanı dedi ki kardeşim sen kime havluyu tarif ediyorsun, bunların hepsi manifaturacı.  

Yine toplu iş sözleşmelerinden birinde, biz heyet olarak bazı çalışanların daha canla başla çalıştıklarını gözlemlediğimiz için onlara sözleşmenin uygun gördüğü miktardan daha fazla ücret vermeyi önerdik. Sendika kabul etmedi. Siz fazla para verirseniz bizim fonksiyonumuz kaybolur, dediler. Biz de bu adamlar gece-gündüz çalışıyor, bunu karşılamamız lazım, dedik. Bunun üzerine o arkadaşlar sendikadan ayrıldılar ve önerdiğimiz ekstra parayı böylelikle verebildik.

Bir diğer anımız Ahmet İsvan’ın belediye başkanlığı dönemindeydi. Çarşının müşterileri çarşıya rahatlıkla gelebilmesi için bulvarın karşısından çarşıya bir yer altı geçidi yapmak istedik. O sırada da belediye uçan kuşa borçlu. Belediyeye herhangi bir ödeme yapılacağı zaman, para belediyenin kasasına girmeden haczediliyor. Belediyeyle oturduk masaya, bütün masrafları bize ait, siz yapın parasını hemen verelim, dedik. Onlar da önce parayı verin, biz yaparız dediler. Tabii ki o ortamda böyle bir teklif üstüne anlaşamadık. Seneler sonra zannedersem Aytekin Kotil döneminde yapıldı yer altı geçidi.

Bir de bir hırsızlık olayı yaşadık çarşıda. Maalesef bekçilerin sendikadaki temsilcisiyle bir gece bekçimiz anlaşmışlar ve çarşının beşinci bloğunda depo olarak kullanılan bir dükkânı gözlerine kestirmişler. Dükkânın anahtarını bir şekilde elde etmişler. Dükkâna her girdiklerinde birkaç top kumaş çalmışlar. Özellikle az almışlar ki depodan mal çalındığı anlaşılmasın. Aldıkları toplardan birini bilmeden depo sahibinin müşterilerinden birine satmaya çalışmışlar. Müşteri duruma uyanmış ve beşinci blokta deposu olan manifaturacıya haber vermiş. Dükkâna gelip sayım yaptılar. Biz de idare heyeti olarak gözlemci olduk. Suçlular hemen yakalandılar ve görevden uzaklaştırıldılar.

İMÇ’nin yıkılarak yerine elli Osmanlı konutu yapılması fikri gündemde. Büyükşehir Belediyesi bu konu hakkında girişimlerde bulunuyor. Yargıya akseden konu İMÇ Yönetimi lehine sonuçlandı. Çarşının geleceğini yakından ilgilendiren bu konuda sizin görüşlerinizi alabilir miyiz?  

Yani dedikleri gibi biz buraya gelip kafamıza göre bir çarşı yapmadık. Belediyenin tavsiyesi üzerine, belediyenin gösterdiği yer üzerine, belediyenin tasvip edip onayladığı mevzi imar planı ve mimari proje üzerine, belediyenin bizi uymakla zorunlu kıldığı şartlar üzerine, tamamen Teknik Üniversite’deki profesörümüz Mustafa İnan Bey’in kontrolünde yapıldı bu inşaat. Hiçbir zaman idare heyetinin inşaat hakkında bir müdahalesi olmamıştır. 

Bu çarşının yapılmasında arazi önerisi getiren, istimlak yaparak bize arsayı satan, mevzi imar planını yaptıran belediye, şimdi çarşıyı yıkmak istiyor. Türkiye’de şahıslar değiştikçe temel meseleler unutuluyor. Maalesef süreklilik yok. Herkes kendi kafasına göre hareket ediyor. Bugün Paris niye dünyanın en güzel şehri? Çünkü yıllar önce çizdikleri şehrin imar planına kimse bir noktasına dokunamaz. İsterse Cumhurbaşkanı istesin, fark etmez.

Lütfi Kırdar zamanında İstanbul’da iki büyük proje yapıldı. Birisi Levent’te diğeri Ataköy’de. Ataköy ve Levent yapıldı fakat bu projelerden sonra gelenler planları, projeleri unuttu. Ataköy Amerikan şehri gibi karşısındaki Şirinevler bir Hindistan kasabası gibi…

İMÇ’nin yıkılmasına gerek yok. İMÇ’nin yeri çok güzel. Çarşımız, Türk-İslam mimarisinden de esintiler taşır. Hatta dünyada hatrı sayılır bir mimarlık yarışması olan Aga Khan Vakfı ödüllerine de vakıf tarafından aday gösterilmiştir, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı. Bunun altını çizmek isterim: “Biz değil bizzat yarışmayı düzenleyen vakıf mimarlık ödülüne aday gösterdi çarşıyı”. 

İmeceden İMÇ'ye, 15 Şubat 2009

25 Kasım 2012 Pazar

GÜNÜBİRLİK LATMOS!

Sabah erken kalktık, güne Beşparmaklar'dan baktık. Biraz yorulduk ama değerlerini yitirmemiş bir insanla tanışmanın zevkine vardık.

Milas’ta misafirlere gelenlere söylenen bir laftan bahsetmişti Hasan Özgen yıllar önce. Evin yaşlı kadını misafire “hoş geldin bizim oğlan ne zaman gidiyon” dermiş kapıda. Biz de bu lafa uygun bir Milas gezintisi yaptık bu hafta sonu. Sabah erken vakitte girdiğimiz Milas’tan bööreklerimiz (özellikle iki ö’lü), otlu gözlememizi ve tatlımızı aldıktan sonra ayrıldık. Ama hayırlı bir iş içindi bu ayrılık. Hem Beşparmak Dağları’nın (eski adıyla Latmos) 8 bin yıllık kaya resimlerini görecektik, hem bu resimleri bulan, arkeoloji dünyasına tanıtan, hayatını bu resimlerin korunmasına adayan Anneliese Peschlow’la tanışacaktık.

Yürüyüşümüz bu güzel köyden başladı.
Bu güzel buluşmayı Aktüel Arkeoloji organize etmiş. Biz de kısa sürede toparlanıp İstanbul, İzmir ve Milas’tan gelenlerle Beşparmak Dağları’nın eteğindeki Karakaya Köyü’nde bir araya geldik. Sabah 11:00’da başlayan yürüyüşümüz akşamüstü 17:00 gibi sona erdi. 150-200 kişilik bir grupla, 10-12 kilometre yürüyerek Beşparmak Dağları’nda arzıendam eyledik. Bölgenin muhteşem manzarası eşliğinde, ilki 1994 yılında bulunan 170 kaya resminden birkaçını görme fırsatını yakaladık.

Latmos'a dokunma pankartı, Latmos'a dokunan madende açıldı.
Bölgede her şey tozpembe değildi maalesef. 8 bin yıllık resimlere dostça davranmayanlar da vardı. Bunların başında kaya resimlerinin kapı komşusu olan bir maden geliyordu. Geziye katılanlar madenin içinde açtı “Latmos’a dokunmayın” pankartını. Dünyanın en vahşi dönemini yaşadığımız bu pankartın ve iyi niyetli 150-200 kişinin yaptıklarının ne kadar etkili olacağını önümüzdeki günlerde, yıllarda göreceğiz.
 
İstanbul ve İzmir'de otobüs kuyruklarına alışık kitle kaya resimlerini görmek için kuyrukta yarım saat bekledi.
8 bin yıldır Beşparmak Dağları’nın hakimi kaya resimleri bölgede büyük tekerlekli kamyon görüntüsüne bürünmüş kapitalizme ne kadar direnecek? Kanımca bu sorunun cevabını ne hükümet, ne konunun doğrudan muhatabı Kültür Bakanlığı, ne o bakanlığa bağlı koruma kurulları verecek. Çünkü bu kurumların tarih çizelgeleri ecdatlarının Orta Asya’dan Anadolu’ya giriş yaptıkları tarihle başlıyor. Neyse ki Kastabala’nın Halet Hocası gibi Latmos'un da Peschlow’u var.

Latmos'un koruyucusu Peschlow gazetecileri bilgilendirirken...
Beşparmaklar'da güneş batarken...
 




11 Ekim 2012 Perşembe

BELGESELİN SIĞINAĞI


Belgesel sinemanın sığınağı olur mu? Pekâlâ olur! 
Nasıl mı? Gelin, nasıl olur anlatalım… 

Bırakın belgeseli, belgenin ve arşivciliğin bile önemsiz olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Televizyon kanalları magazin programlarını yayınlamak için para öderken, belgesel yayınlamak için para istiyor. Böyle bir ortamda bir avuç belgeselci Kültür Bakanlığı’ndan aldıkları mütevazı bütçelerle Anadolu’nun dört bir yanında imkânsızı başarmaya çalışıyor. Bu mücadele belgeselin tamamlanmasından sonra da devam ediyor. Çünkü belgeseli izleyiciyle buluşturmak da başlı başına bir sorun. Türkiye’de sadece belgesel sinema gösteren bir salon yok. Belgeselcilerin gösterim için iki şansları var: Adana, Antalya, İstanbul, Safranbolu, 1001 Belgesel ve benzeri film festivallerine belgesellerini yollamak. Bir diğeri de sadece abone olanların takip edebildiği İz TV. 


Afiş tasarımı: Y. Metin Keskin

Bu iki seçeneğe alternatif yaratma amacıyla 2010 yılı başında üç kurum bir araya geldi: Belgesel Sinemacılar Birliği, Beşiktaş Belediyesi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti. Belgeselcilere ürettiklerini paylaşabilecekleri; belgesel severlere de yılın sadece bir haftası veya bir ayı değil, özenle seçilmiş belgeselleri tüm sezon boyunca izleyebilecekleri bir salon yaratmayı amaçladılar. “Bir Belgesel, Bir Gazeteci, Çay ve Simit” isimli etkinlik 3 sezondur her çarşamba 19:00’da Levent Kültür Merkezi Onat Kutlar Sinema Salonu’nda devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında çekilen belgeseller, boş koltuklara değil her hafta belgesel izlemek için salonu dolduran belgesel severlere gösteriliyor. 

Bu sığınak diğer sığınaklar gibi karanlık… Ama diğerlerinin aksine bu sığınak dünyaya açılıyor. Siz de dünyanın gidişatı hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsanız Levent Kültür Merkezi Onat Kutlar Sinema Salonu’na sığınabilirsiniz. Her çarşamba 19:00’da sıcak bir çay, çıtır çıtır bir simit ve ardından ufkunuzu genişletecek bir belgesel sizleri bekliyor olacak.

bugünbugece

3 Eylül 2012 Pazartesi

BARCELONA MON AMOUR


Picasso, Miro, Dali gibi büyük sanatçıların yaşam mekânlarını, ürettiklerini mi görmek istiyorsunuz? Yoksa Gaudi, Frank Gehry, Zaha Hadid, Norman Foster gibi mimarların eserlerini mi gezmek istiyorsunuz? Ya da Akdeniz güneşi, güzel bir kumsal ve tapas barlar bana kâfi mi diyorsunuz? Katalan başkenti tercihi size bırakıyor. İsterseniz Picasso, isterseniz Gaudi, isterseniz kum ve güneş.


Passeig de Gracia, sadece Barcelona’nın değil Avrupa’nın da en görkemli bulvarlarından biri. Bulvar ziyaretçilerine Barcelona mimarlığının en gözde örneklerinin görülebileceği görsel bir şölen sunuyor. Bu şölenin iki simge yapısı Gaudi’nin tasarladığı Casa Battlo ve Casa Mila (halk arasındaki ismiyle La Pedrera). 























Montjuïc’te bulunan Katalan Sanatı Ulusal Müzesi (MNAC), Barcelona’da en fazla vakit ayırmanız gereken mekânlardan biri. Müzenin Romanesk duvar resimlerinden oluşan muhteşem koleksiyonunu gezmek için bile bir gün ayrılabilir. Bu koleksiyonun dışında Gotik, Rönasans ve Barok, Çağdaş Sanat, Nümizmatik koleksiyonları da ilgi çekici. 

Müzeden çıktığınızda sizi karşılayan kent manzarası ve sokak çalgıcıları yorgunluğunuzu gideriyor. MNAC pazartesi dışında haftanın her günü açık. 



13. yüzyılda inşaatına başlanan, hâlâ tam anlamıyla bitirilemeyen katedral Barcelona’nın koruyucu azizi Eulalia’ya adanmış. Katedral’in bulunduğu meydanda, her pazar toplanan Katalanlar ulusal halk dansları Sardana’yla coşuyor. Katedral her gün açık.

Zafer Takı, şehir parkının (Parc de la Ciutadella) kuzey sınırını taçlandırıyor. 1888 yılında kentte düzenlenen Dünya Fuarı için inşa edilen takın iki yanında endüstri ve ticareti simgeleyen heykeller bulunuyor.











Mies Van Der Rohe'nin 1929 yılında Barcelona'da yapılan Dünya Fuarı için tasarladığı Alman Ulusal Pavyonu 1930 yılında yerinden söküldü. Mimarlık tarihinin simge binası 1986 yılında aslına uygun olarak yeniden inşa edildi. Her gün 10:00-20:00 arası açık. Pavyonun içindeki heykel, heykeltıraş Georg Kolbe'ye ait.
  














Atlas 233

3 Ağustos 2012 Cuma

MAVİ YOLCULUK YAPMAK İSTEYENLERE FAYDALI NOTLAR

Yıl 1981 miydi?

Emin değilim.

Ya 1981 ya da 1982…

Bodrum’a gelmiştik. Gözümün önünden gitmeyen görüntü, passerellanın üzerinde duran miçoya manavın attığı karpuzlardı. Küçücük yaşım ve cüssemle o karpuzların nasıl “uçtuğunu” bir türlü anlayamamıştım.

Adını hatırlamadığım küçük bir Bodrum guletiyle ilk mavi yolculuğuma yelken açtık. Kaptanın da, sonradan çocukluğum boyunca örnek aldığım miçonun da adını hatırlamıyorum. Ne büyük ayıp! Ama bugün görsem ikisini de tanıyacak kadar gözümün önünde suratları. Siyah bıyıklı, seyrek saçlı, tabii ki yanık tenli, kısa boylu bir kaptanımız vardı. Miçomuz ise tam bir miço! Her daim kıpkırmızı gözleri, sarı saçları, gözümün önünden hiç gitmeyen palet ayaklarıyla kahraman bir adamdı. Sünger çıkarır, balık tutar, yemek yapar, makine tamir eder. Tam bir görev adamı! Bir de arı yakalardı. Söylediğine göre dilini ısıran insanı arı sokmazmış. İlk başlarda inanmadım tabii. Ta ki arıyı yakalayıp teker teker kanatlarını, ardından iğnesini koparttığını gözümle görene kadar… Yakınımda bir arı vızıltısı duysam hâlâ gayriihtiyari dilimi ısırırım.

Her neyse, bu göz yaşartıcı giriş aslında bu fakir kütükte yapmadığım bir işin haberini vermek içindi… 5-6 yaşında başladığım mavi yolculuk macerama hâlâ sıkılmadan devam ediyorum. Nette araştırdım karıştırdım, bir türlü bulamadım: Kumanya hazırlığı, nereden ne alınır, ne alınmaz, rotaya nasıl karar verilir, yüz teknenin kıç kıça durduğu koylardan nasıl uzak durulur, kaptanın suyuna nasıl gidilir? Ufak ufak bu bilgileri kütüğe yazayım belki faydalanırsınız.

Alın kâğıdı kalemi elinize, veya yaklaştırın yazıcıyı bilgisayara, verin ağzına boş A4’leri… Notunuzu sağlam alın her zaman böyle bonkör değilim.

12 kişilik bir grubunuz var ve bir mavi yolculuk yapmak istiyorsunuz. Güzel bir teknede bir hafta boyunca mavi sularda gezineceksiniz. Kural bir, size 20 metre üzerinde bir gulet veya aynakıç gerekiyor. Bu boyutlarda temiz ve bakımlı bir teknenin günlüğü 800-900 avrodan başlıyor. Sonu kaç avroya varır hiç söylemeyeyim aksi takdirde siniriniz bozulur, mavi yolculuk yapmak yerine betonarme pansiyonlara veya otellere tıkılmayı tercih edebilirsiniz. Hadi diyelim 1000 avroluk bir tekne seçtiniz. Bir haftalık bir turun kişi başı maliyeti aşağı yukarı 580 avro eder. Bunu bir kenarda tutalım. Bu arada bu fiyata ne dahil diyenlere de cevap verelim: Tekne kirası, çalışan ekibin ücreti, mazot ve su. Genelde yarısını rezervasyon sırasında, diğer yarısını da tekneye bindiğiniz veya indiğinizde verirsiniz.

Tekneyi tuttuktan sonra en önemli sorun menüyü oluşturmak ve bu menüye uygun bir kumanya listesi hazırlamak. Aslında bu işin bir kısayolu var ama ben tercih etmiyorum. O da şu: Kaptana veya tekneyi ayarladığınız acenteye rica ediyorsunuz onlar sizin adınıza alışveriş yapıyorlar. Bu durumda aşçının zevkine saygı duymaktan başka çareniz kalmıyor. Hoş menüyü siz de oluştursanız bazı aksaklıklarla karşılaşacağınızı garanti ediyorum. Bu konuyu biraz ileride değineceğim.

Diyelim ki beni dinlediniz, menüyü arkadaşlarınızla birlikte yolculuğa çıkmadan önce oluşturdunuz. Burada iki temel sorun var. Birincisi, menüde yazılan yemekler için ne kadar malzeme alınacağı? İkincisi ve en temeli ise aşçının menüde yazan yemekleri yapmayı bilip bilmediği? Mutlaka menüyü ve kumanya listesini aşçıyla paylaşın ve görüşlerini alın. Benim bugüne kadar tanıdığım aşçıların neredeyse tamamı, listemizi gösterdiğimizde “sorun yok hepsini yapmayı biliyorum” dedi. Sonrası hüsran! Aşçıya güvenerek aldığımız malzemelerin çoğunu çöpe atmak zorunda kaldık. Mümkünse aşçıyı masada oturtun, tek tek menü ve kumanya listesi üzerinden geçin. Hatta bu kuralı tekneyle anlaşırken olmazsa olmaz kurallardan biri olarak belirtin. Aksi takdirde bu yıl bizim öğle yemeklerinde yediğimiz gibi taze fasulye ve bulgura talim edersiniz. Hoş ben ikisini de çok sevdiğim için şikâyetçi olmadım.

Hadi gelin, bir menü üzerinden daha somut anlatayım durumu! Neler yapılmalı, neler yapılmamalı?

1.GÜN

ÇAY SAATİ
TAZE SİMİT, PEYNİR, DOMATES
HAVUÇLU CEVİZLİ KEK (VEYA MUADİL)
HAZIR GEVREK VE KURABİYELER

Bu menü daha birinci öğünden sorunlu! Eğer birinci günden böyle yemeğe başlarsanız ikinci günü çıkaramadan denizin dibini boylarsınız. Tavsiyem çay saatlerinde çayın yanında bir çeşit yiyecek seçilmesi. Yukarıdaki önerilerden biri yeterlidir. Çayla taze bir şeyler yemek isteyenlere de uyarımı yapayım. Gevrek, galeta gibi zor bayatlayan yiyecekler seçmezseniz kurabiye, simit, poğaça gibi çay atıştırmalıkları birinci günden sonra bayatlıyor. Bayatlarsa da çok sorun etmeyin, balıklar bayat da sever!

AKŞAM
LEVREK IZGARA (DENİZ LEVREĞİ )
MEVSİM SALATASI
DENİZ BÖRÜLCESİ
ROKA VE TAZE SOĞAN
KAVUN & BEYAZ PEYNİR
MEYVE

Buna bir şey diyemeyeceğim. Zira ağzım sulandı.

2. GÜN

KAHVALTI

ÖĞLEN
KALAMAR IZGARA
AHTAPOT SALATASI
PATLICAN SALATASI
DOMATES VEYA PESTO SOSLU MAKARNA
ÇOBAN SALATA
MEYVE

Pesto soslu makarnaya itirazım var. Aslında itiraz büyük ihtimalle aşçıdan gelecektir. Genelde kıymalı, domatesli makarnaya alışık olduklarından pesto sosu kullanmayı bilmiyorlar. Nasıl yapılacağını tarif edin veya boşu boşuna marketten pesto sosu satın almayın derim.

ÇAY SAATİ
KETEN TOHUMLU GALETA
ISPANAKLI GÖZLEME (HAZIR YUFKADAN)

Dıııııııııııııııttttttt! Yine olmadı. Aşçılar günde üç öğün yemek hazırlıyor. Bu da teknenin en küçük ve sıcak yerinde minimum 5-6 saat geçiriyorlar demek. Çay saatinde adamları rahat bırakalım. Gözlemeden vazgeçelim. Zaten siz ısrar etseniz de onlar nazik bir şekilde işten sıyrılmasını biliyor.

AKŞAM
IZGARA TAVUK GÖĞÜS, BUT, KANAT, DİLİM KABAK, DİLİM PATLICAN, DİLİM SOĞAN, BİBER)
ACILI EZME
ESMER VEYA KIRMIZI PİRİNÇ
AKDENİZ YEŞİLLİKLERİ
SÖĞÜŞ DOMATES , SALATALIK
MEYVE

Bence sevimsiz bir akşam yemeği menüsü! Teknede tavuk yiyeceğinize ton balıklı sandviç yiyin daha iyi. Ama grubunuzda çocuk bolsa tercih edilebilir.

3. GÜN

KAHVALTI

ÖĞLEN
ZEYTİNYAĞLI TAZE FASULYE
KURU BORULCE SALATASI
ISPANAKLI & DOMATES KİŞ
KABAK KALYE
DOMATES & REYHAN SALATASI
MEYVE

Kiş mi? Aşçıdan kış kış lafını işitmemek için acilen kişin üzerini silin.

ÇAY SAATİ
SADE & ÇİKOLATALI KEK

AKŞAM
BALIK 
SÖĞÜŞ KARİDES
MÜCVER
MEVSİM SALATASI
KAVUN & BEYAZ PEYNİR
MEYVE

İşte güzel bir mavi akşam yemeği!

4. GÜN

KAHVALTI

ÖĞLEN
CEVİZLİ & PEYNİRLİ ERİŞTE (BİR KISMI SADE OLACAK)
ZEYTİNYAĞLI BAMYA
HAVUÇLU KARIŞIK SALATA
VİŞNE SOSLU SAKIZLI MUHALLEBİ
MEYVE

Vişne soslu sakızlı muhallebi! Yuh yani! Teknedeyiz be kardeşim. İstanbul’a dönünce muhallebicide yersiniz.

ÇAY SAATİ

KURABİYE VE BİSKÜVİLER
DİLİMLENMİŞ KEPEKLİ TORTİLLA TOSTLARI (1-PEYNİRLİ, 2-Z.EZMELİ, LUTENZALI, KÖZ BİBERLİ VE YEŞİLLİKLİ)

Tortilla tostu sizi kovalasın emi! Lafını etmek bile yersiz. Kurabiye ve bisküvi yeterli. Favorim Eti Pöti Bör. Çaya batır batır ye!

AKŞAM

IZGARA KÖFTE
PATATES KIZARTMASI
HAVUÇ TARATOR
KARIŞIK YEŞİL SALATA
MEYVE

Çocuklu gruplar için olabilir. Çocuk azsa köfte yerine güzel bir lagos ekleyin menüye.

5.GÜN

ÖĞLEN
HUMUS
ÇİN BÖREĞİ
SALATA
DONDURMA & MEYVE

Teknede dondurma saklamak imkânsız. Zorlamayın. Zaten koylara sürat motorlu dondurmacılar geliyor. Çok isterseniz onlardan yersiniz. Aman dikkat dondurmayı 10 liraya satıyorlar.

ÇAY SAATİ
ELMALI CRUMBLE
TUZLU GEVREKLER
MEYVE

Crumble? Tekneden atılmak istemiyorsanız bunu da listeden silin lütfen!

AKŞAM

ASMA YAPRAĞINDA SARDALYA IZGARA
PAZI KAVURMA
KABAK VE CEVİZLİ TARATOR
KAVUN & BEYAZ PEYNİR
İNCE KIYIM SALATA (DOMATES, SOĞANLI)
MEYVE

6. GÜN

KAHVALTI

ÖĞLEN
ZEYTİNYAĞLI TAZE BÖRÜLCE
YOĞURTLU SEMİZOTU
GAVURDAĞI
YEŞİL SALATA
MEYVE

Gavurdağı’nı kebapçıda yersiniz. Teknede olduğunuzu unutmayın.

ÇAY SAATİ
PEYNİRLİ&KABAKLI MUSKA BÖREĞİ
KURABİYE

İkisinden birini tercih et! Aşçının iç ses: “Tabii ki kurabiye!”

AKŞAM

DENİZ ÜRÜNLÜ SPAGHETTİ (MIDYE, KARIDES, KALAMAR, AHTAPOT)
IZGARA SEBZE ŞİŞ (KABAK, PATLICAN, SARIMSAK, MANTAR, CERRY DOMATES)
BRUSCHETTA /SARIMSAKLI ZEYTİNLİ DOMATES (TAMBUĞDAY UNLU LAVAŞLAR VEYA ESMER GEVREK EKMEK ÜZERİNE
AKDENİZ YEŞİLLİKLERİ
TİRAMİSU

Bruschettayı kim kaybetti de siz teknede bulasınız.

7. GÜN

ÖĞLEN

İNCE KIYILMIŞ ROKA ÜZERİNDE PESTO SOS, DOMATES, MOZARELLA
TABULE (INCE KISIR), LIMON, NANE, SOGAN,..
ŞAKŞUKA
MEYVE

ÇAY SAATİ
TAM BUĞDAY UNLU PEYNİRLİ POĞAÇA
BİSKÜVİLİ MUHALLEBİ, TAZE MEYVE SOS İLE

7. güne poğaça saklamak mümkün değil.

AKŞAM
PATLICANLI ESMER PİLAVI
IZGARA ET
PİLAKİ
YESİLLİK SALATA
MEYVE

SON GÜN

KAHVALTI

Menümüz de tamam. Damak tadınıza göre ekleme-çıkarma yapmak serbest. Gelelim alışverişe! Bazıları için en sıkıcı bazıları için (mesela ben) en zevkli etap. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu işi sizin adınıza yapan kuruluşlar var. Bodrum için Dayı Gıda en bilineni. Ama bence siz yapın. Alışveriş için iki gruba ayrılın. Bir grup markete, diğeri ise balık hali ve pazara gitsin.

Bu noktadan itibaren Bodrum çıkışlı bir mavinin alışveriş önerilerini bulacaksınız. Biz marinaya yakınlığı nedeniyle Tansaş’ı tercih ediyorduk ama gördük ki Bodrum’un dışındaki Metro’da yaptığımız son alışverişte %20 kâr ettik. İlk yapılacak iş bir alışveriş listesinin hazırlanması ve aşçıyla listenin üzerinden geçilmesi.

2012 mavi alışveriş listemiz şöyleydi:

830 gr. domates salçası
1600 gr. biber salçası
670 gr. közlenmiş biber
680 gr. salatalık turşusu
1650 gr. yeşil zeytin
800 gr. siyah zeytin
60 ml. Tabasco
3 lt. sızma zeytinyağı
5 lt. ayçiçek yağı
3 kg. toz şeker
3 kg. tuz
500 gr. esmer küp şeker
5gr. x 5 vanilin
10 gr. x 10 kabartma tozu
150 gr. pudra şekeri
5000 gr. un
360 gr. x 5 reçel
700 gr. kakaolu fındık ezmesi
460 gr. bal
375 gr. x 2 Cornflake
2 paket müsli
100 gr. köfte harcı
150 gr. hardal
800 gr. ketçap
750 gr. nar ekşisi
3 kg. farklı tipte makarna
5 kg. farklı tipte pirinç
1 kg. köftelik bulgur
50 cl. üzüm sirkesi
50 cl. elma sirkesi
10 paket farklı tiplerde cips
1,5 kg. Antepfıstığı
360 gr. tatlı badem
400 gr. iç fındık
1,5 kg. karışık çerez
175 gr. kaju
150 gr. ceviz içi
500 gr. çavdar ekmeği
500 gr. kepek ekmeği
12’li kepekli dürüm ekmeği
10 adet normal ekmek
400 gr. (büyük paket) pöti bör bisküvi
45 gr. x 5 eti form
250 gr. Granpavesi kraker
400 gr. gofret
200 gr. Nescafe
100 gr. Türk kahvesi
2 paket meyvalı kurabiye
4 paket küçük boy poşet çay
200 gr. Tomurcuk çayı
2 kg. çay
400 gr. Nesquik
20 cl. x 30 maden suyu
250 ml x 48 cola
10 litre farklı tipte meyve suyu
1 litre şalgam suyu
750 ml. cif sprey
500 ml. krem cif
500 ml. cam temizleyici
737 ml. bulaşık deterjanı
1 adet dondurulmuş gıda torbası
80x110 cm. çöp torbası
5 adet temizlik bezi
8 adet bulaşık süngeri
1 adet streç film
1 adet alüminyum folyo
40’lı mini çöp torbası
2 paket kürdan
2 kg. kaşar peynir
Bir paket parmesan
500 gr. tulum peyniri
350 gr. eski kaşar
2000 gr. beyaz peynir
125 gr. mozarella
200 gr. cheddar
250 gr. dil peyniri
5 lt. süt
1/5 lt. krema
2250 gr. yoğurt
110 gr. x 4 meyveli yoğurt
750 gr. süzme yoğurt
1 kg. tereyağı
120 adet yumurta
1,5 kg. taze makarna
2 kangal sucuk
500 gr. sosis

Bu listede marketten alınacak bazı şeyleri bilerek yazmadım. Nedenleriyle şöyle:
  1. Et: grubunuzun et severliğiyle paralel olarak nasıl bir et ve kaç kg sorularının cevabını siz verin.
  2. Baharat: Metrodaki baharat reyonunda paketler büyük. Oradan aldığımız baharatların çoğu kaldı. Çarşıdaki bir baharatçıdan almanızı tavsiye ederim.
  3. İçki: Grubunuzun içki severliğiyle paralel olarak içki türü ve sayısına siz karar verin.
Geriye balık, sebze ve meyve kaldı. Bu üç ürün de süpermarketlerde var ama üç nedenden dolayı tavsiye etmiyorum: birincisi tazelik, ikincisi ürünün yerelliği (Norveç balığı yerine Bodrum balığı), üçüncüsü de yerel esnaf kazansın mantığı. Bu arada buz ve içme suyunu unutmayın aman!

Kumanyamız tamam (Metro’dan marinaya kumanya iki taksiyle taşınıyor. Ederi 100 lira). Yola çıkılabilir. Kumanyanın tamamı için adam başı yaklaşık 450 lira harcanır. 580 avro tekneye vermiştiniz, 450 lira da kumanyaya gitti. Her şey dahil, kişi başı, günlüğü 250 liraya mükellef bir tatile başlamak üzeresiniz.

Bodrum çıkışlı üç rota önerisini not edelim:
  1. Gökova
  2. Hisörönü
  3. Yunan adaları
Genelde kaptanların alışık oldukları koylar vardır. Kolay kolay da buralardan vazgeçmezler. Rotayı seçerken önceliklerinizi belirleyip kaptanla paylaşın. Örneğin kalabalık koylardan uzak durun. Günübirlik teknelerin demirlediği koylara gitmeyin. Beton gözüken koyları es geçin. Arısıyla meşhur koylara girmeyi denemeyin. En tehlikeli günler birinci ve sonuncu günlerdir. Birinci gün marinadan çıktıktan sonra hemen bir koy bulup kendinizi denize atmak istediğinizden dolayı günübirlik teknelerle karşılaşma olasılığınız yüksek. Biraz sabırlı olun, Bodrum’dan iyice uzaklaştıktan sonra demirleyin tekneyi.

Sonuncu gün ise risk genellikle kaptandan kaynaklanır. Kaptan bir sonraki müşterilere hazırlanmak için olabildiğince erken marinaya girmek ister. Bu özellik kaptanların genetik kodlarına işlenmiştir. Bunun için son gece Bodrum marinaya çok yakın koylara demirlerler. Bir keresinde Gümbet açığına demirlemiştik. Acımızı tarif bile edemem. Siz son gün biraz daha özel olsun diye uğraşırken, Bodrum diskolarının cıstak müzikleri eşliğinde sabaha kadar uyuyamayabilirsiniz.