17 Mayıs 2011 Salı

DOĞAN TEKELİ: İMÇ TÜRK MİMARİSİNİN BİR DÖNEMİNİN ÖNE ÇIKAN BİR YAPISIDIR

Yaptığım söyleşilerin bir bölümünü bu sayfaya da koymaya başladım. İlk söyleşi 2009 yılından ve beni en çok etkileyenlerden... İMÇ'yi ve İstanbul'da sevdiğim binaları tasarlayan Doğan Tekeli'nin İMÇ hakkındaki görüşlerini sizlerle paylaşıyorum. Meraklısına not: Söyleşinin yer aldığı "İmeceden İMÇ'ye" isimli kitap İMÇ Yönetimi tarafından basıldı.

İMÇ mimari yarışması davetli bir yarışmaydı. Büronuzun üçüncü olduğu şehircilik yarışmasından sonra 1959’da açıldı. Arazi o dönemde bugün de olduğu gibi İstanbul’un çok önemli bir yerindeydi; Şebsefa, Şehzade ve Süleymaniye camileri, Bozdoğan Kemeri, Bizans Dönemi kiliselerinden dönüştürülmüş Zeyrek ve Vefa Kilise camileri gibi İstanbul kent tarihinin önemli tanıklarını barındırıyordu. Davet süreci nasıl gelişti? Davetten sonra nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz?

Birçok defa anlattığım gibi kooperatif yeni bir çarşı yapmak amacıyla kurulmuş ve başlangıçta Anadolu yakasında, Haydarpaşa civarında, Anadolu’daki müşterilerine yakın bir arazi arayışına girişmiş. Belediyeyle de bu şekilde temasa geçmişler. Ama belediyenin 1950’li yıllardaki Menderes imar hareketleri sırasında paraya da, imara da ihtiyacı var. Unkapanı’ndaki bu bölgede, Atatürk Bulvarı açıldıktan sonra belediyenin elinde kalan büyük bir arsa parçası olduğu için para kaynağı olarak görülmüş ve manifaturacılara önerilmiş. Ama önerildiği zamanda buradaki yapının nasıl yapılacağına dair yöntem şartı konulmuş: Önce bir şehircilik yarışması açılacak, bundan sonra da bir mimarlık yarışması açılacak. Kooperatif de bu yarışmaları düzenlemeyi kabul etmiş. Hatta yarışmaları, satış şartı olarak belediye koymuş.



1958’den önce şehircilik yarışması açıldı. Bu yarışmada başlıca verilerden biri Süleymaniye Camii’ne Atatürk Bulvarı’ndan büyük bir yol açılmasıydı. Menderes’in vizyonu o zaman öyle imiş. Hatta diyormuş ki: “Yetmiş metrelik bir yol açalım!” Onun için, bu bir veri olarak şehircilik yarışmasında verildi. Şartnamede olmamasına rağmen düşünce olarak vardı ve herkes bunu tatbik etmeye çalıştı. Bu yarışmadan sonra da bu yarışmanın esaslarına göre mimari yarışma açıldı. O yıllarda Profesör Piccinato isimli ünlü bir İtalyan şehircisi, İstanbul Belediyesi’nin imar planlarını hazırlamakla görevliydi. Belediyenin şimdi olduğu gibi bir planlama bürosu vardı. O büronun yöneticisi ve baş danışmanı Profesör Piccinato’ydu. Piccinato da görevi gereği şehircilik yarışmasında birinci gelen projenin üstüne kendi görüşlerini yansıttı. Önerisi birinci gelen projedeki küçük kitleli parçalı yapıların, bulunduğu akstan Süleymaniye Külliyesi yönüne döndürülmesiydi. Mimari proje yarışmasına Piccinato’nun yaptığı bu öneri veri olarak verildi; katılımcılardan böyle bir yaklaşımı benimsemeleri istendi. Ama bu yaklaşım, bizim yarışmada kazanan projemize sadece yönlendirme bakımından benzer. O, küçük küçük parçalardan oluşan, nasıl bütünleşeceği belli olmayan bir leke çalışmasıydı. Bu leke çalışmasındaki düşüncüleri mimari proje yarışmasına katılan tüm mimarlar veri olarak kabul etti. Mesele, o lekelerin nasıl mimari proje haline dönüşeceğiydi. O zaman ünlü bir mimar olmamakla beraber şehircilik yarışmasının üçüncüsü olduğumuz için diğer ünlü hocaların; Sedat Hakkı Bey’in (Eldem), Emin Bey’in (Onat), Kemal Ahmet Bey (Aru), Orhan Safa Bey, Hamit Kemali Bey’in (Söylemezoğlu) yanında bizi de davet ettiler. Tahmin ediyorum ki on dört kişilik listeye sonundan girdik.

Eski bir kent bölgesinde yeni bir yapı nasıl yapılır? Yaklaşım ve ana fikrimiz buydu. İkinci olarak bu bir çarşıydı ama toptancı çarşısıydı, perakendeci değildi. Toptancı çarşısı ne demek? Dükkânlar olacak, müşteriler gelecek. Ama günlük bir çarşı gibi, mesela Mahmutpaşa gibi müthiş bir kalabalığın gelip gittiği bir yerden ziyade, daha az sayıda insanların gelip gideceği bir yer olacaktı. Tarihte bu tip çarşılar nasıl olmuş, ona baktık. Hanları inceledik. Bir avlu etrafında han yapısı: Dıştan hayata kapalı, içinden çalışan bir sistem. Bu gibi kavramlar üzerinde durduk. Arazinin topografyasını irdeledik. Düz bir alan değil burası, iki yönde topografyası eğimli. Saraçhane başından Unkapanı’na doğru bir eğimi var. Bir de bulvardan geriye, Süleymaniye eteklerine doğru ikinci bir eğim var. Bu eğimlerden yararlanarak yapıyı nasıl biçimlendirebiliriz? Yine biliyorduk ki çarşılarda hem bir devamlılık lazım hem de sürekli bir trafik akışı lazım. Yani gidip geriye dönmeden, tıkanıklık yaratmadan, akıcı bir trafik kurmak gerekiyor. İslam ve batı kentlerinde bütün kent çarşıları böyledir. Bütün bu düşünceleri kompoze ederek nasıl bir biçimlendirme yapabiliriz? Bizim hazırlığımız bu oldu.

Açık çarşı fikri, yarışmada bir veri olarak mı verilmişti?

Evet. Belki çok net olarak söylenmemekle beraber, bu kadar büyük bir alanda kapalı bir çarşı yapmak düşüncesi yapı kitlelerini büyütecek, Süleymaniye etekleriyle bağdaşmayacak, Piccinato’nun verdiği verilerle de uyuşmayacaktı. Bir Osmanlı kent parçası gibi labirent haline dönüştürmenin de çağdaş kullanımda pratikliği olmayacaktı. Bu sebeplerden hem sürprizli, monoton olmayan bir çözüm hem yeteri kadar kolay kavranabilir, ulaşılabilir bir çözüm düşündük. Açık çarşı da, doğal olarak, Sultanhamam dükkânlarının yerine geçmesi söz konusu olduğu için oradaki sokaklar gibi olmalıydı… Çünkü Sultanhamam’daki dükkânların kullanımında ve dükkânlara ulaşımda belki asırlardır sorun olmamış.

Çağdaş kapalı çarşı fikri o tarihlerde Amerika’da uygulanıyordu. “Shopping Center” adı verilen bu büyük yapılar 1958’de Türkiye’de yoktu. Tabii kapalı bir çarşının havalandırma, ısıtma, aydınlatmadan kaynaklanan yüksek maliyeti o tarihte özellikle kooperatifin çözümleyemeyeceği kadar büyüktü. Zaten gerek yarışma esnasında gerek inşaat süresince çarşının müteşebbisleri kapalı bir çarşı yolunda hiçbir istekte ve imada bulunmadılar.

1968 yılında yayınlanan İMÇ kitabındaki yazınızda projenize “Süleymaniye Külliyesi’nin kaidesi gibidir” diyorsunuz. İMÇ’nin tasarımında Süleymaniye Külliyesi’nin tasarımdan etkiler taşıdığını biliyoruz. Acaba tasarım sürecinde başka yapılardan da etkilendiniz mi?

Bizim mimarlık eğitimimiz ve ideolojimiz şöyledir: Osmanlı İmparatorluğu’nun son, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Milli Mimari Akımı var biliyorsunuz; Yeni Postane, IV. Vakıf Han ve benzeri yapılar yapılmış. Mimar Kemallettin’in öne çıktığı bir akım. Bu akımı “dini motifleri taş yapılarda kullanarak sivil yapılar yapmak” olarak da açıklayabiliriz. Fakat Ankara’da Cumhuriyet’ten sonra bu ve benzeri yapılar yapılmaya başlayınca biliyoruz ki Atatürk kızmış: “Biz yepyeni bir Cumhuriyet kurduk, bir devrim yapıyoruz, Osmanlı kültüründen çağdaş kültüre doğru bir açılım yapıyoruz. Mimaride de bunun yansımaları olmalı”, demiş.

Biz bu ideolojiyle yetiştik. Bu ideolojinin haklı gerekçeleri de var. Her yapı; yapı teknolojisi, yaşam tarzı ve hayat görüşü açısından çağının yansıtıcısı olmalı. Yani laik Türkiye’de, İslam mimarisinin dini motifleriyle tasarımlar yapmamak, ama çevreyle de barışık olmak gerekir. Yani modern bir yapı olsun, modern bir dili olsun, 20. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış bir yapı olsun, ama çevresine de yabancı durmasın.

Sonradan tanıdığım Amerikalı bir mimar var: Frank O. Gehry… Gehry’nin söylediği bir şey vardı: Yapı çevresiyle “friendly” dursun derdi. Biz de bu kadar açık bir kavram olarak bilmiyorduk ama şuur altında yaptığımız projenin “friendly” durmasını istiyorduk çevresiyle… Onun için arkadaki parsellerin ölçü düzenini dikkate aldık. Amacımız küçük ölçekli yapıları, cumbaları, kiremit örtüleri, ahşap kaplamaları, doğal malzemeleri yeni bir dille anlatmaktı.

Doğrudan doğruya Süleymaniye’den etkilenmemiz de şudur: Süleymaniye’den bir motif alarak veya Süleymaniye’nin ruhundan bir şey taşıyarak değil, Süleymaniye’yi ezecek, tahrip edecek bir yapı yapmamak, Süleymaniye’ye saygılı olmaktı bizim dikkat ettiğimiz konu. İstanbul’un bir tepesini taçlandıran emperyal bir yapı Süleymaniye. Şimdi bu yapıya yetmiş metre genişliğinde bir bulvar açılmış. Fatih ve Süleymaniye külliyeleri arasındaki doku yok edilmiş. Ortadan yarılmış. Ama şimdi mevcut çok küçük ölçekli dokuyu da bulvarın kenarına taşımak olmaz. Çünkü o geniş bulvarın yanında küçük evler komik kalır. Ama bir bulvar yapısı haline de getirmemek gerekir. Yani bir ara ölçü düzeni bulmak, arkasıyla bulvar arasında bir geçiş ölçeği sağlamaktı amaç.

Yarışmadan sonra İMÇ Yönetimi’yle yapılan pazarlıkları Lozan Barış Antlaşması müzakerelerine benzetmişsiniz. Neler yaşandı?

Tabii mali güçlüklerimiz bir ayrı bahis. Biz orada son derece pahalı deneyimler edindik. Yani ticari görüş nedir, mesleki görüş nedir, para nedir, ne değildir? Manifaturacılar çok ilginç yöntemlerle, bizi de sonuna kadar kırmadan, fiyatımızı indirebileceğimiz en düşük noktaya kadar indirdiler. Sonuçta bizden düşük fiyat veren olmasına karşılık yine de işi bize verdiler. Ondan sonra yaklaşık yedi yıl süren yapım süreci sırasında yapıları daima beraber gezdik. Neredeyse haftada bir toplandık. Zaman zaman yorumları oldu fakat her seferinde benim verdiğim cevaplar, onların önerilerini benim karşılama tarzım onları ikna etti ki yapının o günkü biçimlenmesinde ne manifaturacıların istemeyerek yaptıkları ne de benim istemeyerek yaptığım bir şey oldu. Bütün bu uzun müzakereler sonunda yönetim, hemen hemen her isteğimizi gerçekleştirdi. Bizim o zaman yaşımızın küçüklüğüne rağmen -onlar da tüccar sınıfın eliti sayıyorlardı kendilerini- doğrusu çok saygılı davrandılar. Tekrar gözden geçirdiğim zaman saygısızlık, küçük düşürme asla böyle şeyler yapmadılar. Bugünkü müşterilerimizde oluyor böyle şeyler. Eski İstanbul terbiyesi ve hazmedilmiş bir olgunluk vardı o dönemde. Onun için hepsini, maddi kayıplarımıza rağmen saygıyla anarız.

İnşaat süresince zeminden kaynaklanan sorunlar yüzünden o dönemde az bilinen inşaat tekniklerini de kullanıldığını biliyoruz. Tanyeli’nin sizinle yaptığı bir söyleşide, İMÇ’den önce yürüttüğünüz Rumelihisarı projesinde imkânsızlıklardan dolayı cama göre çerçeve tasarladığınızdan bahsediyorsunuz. Peki İMÇ’de bu tip zorluklarla karşılaştınız mı? O döneme göre az bilinen inşaat teknikleri nasıl uygulandı?

1960’lı yıllarda, bizim meslekte sekizinci senemiz ama yapı sanayimiz son derece zayıf. Bugünküyle karşılaştırılamayacak bir durumda. Seramik yeni yeni yapılıyor; daha çok Bulgar seramiği kullanılıyor. Çimento ya yeter ya yetmez; kısmen ithal ediliyor. Alüminyum doğrama profilleri yok. Çelik doğrama profilleri var ama onlarda Almanya’dan geliyor ve çok pahalı. O sebepten biz basit çelik profillerden, yani “t” ve “u” demirlerinden veya bükme sacdan doğramalar yapmaya uğraştık. Hemen hemen her malzemenin en ucuzunu kullanmaya uğraştık.

Mesela taş kaplamaya ikna ettik manifaturacıları. Sıva olursa daha çabuk elden çıkacaktı. Benim korkum baştan aşağıya yapıyı sıva kaplarsak sıvaların dökülmesiydi. Taşa ikna ettik ama günün en ucuz taşı olan traverteni kullandık. Döşemeler yerinde dökme mozaiktir. Şimdi bazı bloklarda döşemeler yenilendi. Her müdahale yapının ruhundan bir şeyler götürüyor. Çünkü o adam yapmıyor o işi artık… Yapıldığı zamanki kontrolörün, mal sahibinin ve mimarın heyecanı ustaya ve müteahhide de sirayet ediyor. Tamir edildiği zaman o heyecanı duymuyor ustalarımız. Aynı yollarımızdaki asfaltlardaki düzensiz tamir izleri gibi oluyor. Hâlbuki İsviçre’de asfalt tamir ediliyor. Ama asfalt cetvelle kesilip kare çıkarılıyor. Onun içine asfalt dökülüyor. O ruhla tamir ediyorlar.

İnşaat sırasında bulvarın karşısında ulusal mimarinin bir başka seçkin örneği olarak kabul edilen Sedat Hakkı Eldem’in SSK binaları da yapılıyordu. Bulvar adeta bir ulusal mimari bulvarı görünümüne büründü. İnşaat süresince herhangi bir işbirliğine gidildi mi?

Mahalleye uygun parçalı yapı tasarımımız 1959 yılında ortaya çıktı. Diğer taraftaki yapıyı da Sedat Hakkı Bey gibi büyük bir usta yapıyordu. Ben diyebilirim ki o bu düşünceden etkilenmiş olabilir. Çünkü bizden beş sene sonra onun tasarımı yapıldı. İnşaat süresince de bir işbirliği olmadı çünkü o yapıyı İşçi Sigortaları yaptırıyordu ve para olarak daha rahattılar. Mimar istediğini yapabiliyordu. Zaten bize nazaran yapı bilgisi ve malzemesi açısından
çok deneyimli bir mimardı. Türkiye’de bu beş yıllık süreçte biraz daha gelişmişti. SSK Binaları, yapı sağlamlığı açısından İMÇ’den bir kademe daha ileridedir. Ama işlevine uygun bir yapı değildir.

Mesela Sedat Hakkı Bey Manifaturacılar Çarşısı’nı bu kompozisyon içerisinde yapamazdı. Çünkü bu çok büyük sabır isteyen bir iş; birbirine bağlı bloklar, sekiz yüz metre uzunluğunda bir arazi adeta matematiksel bir çaba… Sedat Hakkı Bey bir sanatçı, yapının işlevinden daha çok güzelliğini düşünen bir kişi.

Peki tekrar açık çarşı fikrine dönecek olursak… Günümüzde hızla çoğalan kapalı çarşılara (AVM) alternatif olarak açık çarşılar da yapılmaya başlandı. Kanyon ve Forum Bornova gibi örnekler uygulandı. Acaba bu bir eskiye dönüş süreci midir? Ve bu örneklerle İMÇ’yi karşılaştırmasını yapmanızı istesek neler söylersiniz?

Bu anlamda bir geri dönüş olduğunu düşünmüyorum ama yaşandıkça görülen olaylar, deneyimler insanları fikir değiştirmeye yönlendiriyor. Yani bunu çok geniş ölçekte şöyle söyleyebilirim. Mies Van Der Rohe’nin yapıları var biliyorsunuz: Sırf cam yapılar… Bir dönem, 1960’lı yıllarda bu yapılar yoğun bir şekilde taklit edildi. Herkes cam yapı yapıyor. Biz de o zaman kendi kendimize “yahu herkes bunu beğeniyor ama kentteki bütün yapılar böyle cam olsa, kent ne olur acaba” derdik. Bu çok beğenilmesine, çok geniş kabul görmesine rağmen bir müddet sonra tepki oldu ve post-modern mimari ortaya çıktı.

Açık çarşıların yanında kapalı çarşılar birden bire konfor getiren bir şey oldu. Kışın sıcak, yazın serin, muhafazalı gezilebiliyor. Bunlar çoğaldıkça da açık hava akla geldi. Dükkânlarla şenlenen binlerce yıllık sokaklar ne oldu, dendi? Özellikle bu konforlu yapılar alışveriş eylemini, sokaklardan kapalı yapılara toplayınca, kentler canlılığını yitirdi. Bu ilk olarak Amerika’da sezildi. New York dışındaki kentlerde ev, otopark ve büroların yoğunluğundan gezilebilir sokak kalmadı. Onun için alışveriş merkezlerine gitmeye başladılar. Kent yaşantısı, insanların birbirleriyle karşılaşması, sosyal temas sadece buralarda gerçekleşiyordu. Kapalı alışveriş merkezlerini icat eden Amerikalı mimar Victor Gruen ölümünden evvel bir kitap yazdı. “Ben hata ettim bunları yapmakla, kentlerin ruhunu alıyoruz”, dedi.

Alışveriş merkezinin açık olması meselesine gelince… Tamamen iklimle ilgili bir mesele. Kanyon’un ilk projesini yapan Jerde isimli zat, sıcak iklimlerde Honolulu’da, Japonya’nın sıcak bölgelerinde Kanyon’a çok benzer kavisli çarşılar yapmış. Kanyon Projesi yapıldığı zamanda İş Bankası ve Eczacıbaşı benden projeyle ilgili rapor istediler. Bende dedim ki Akmerkez, Metro City varken bunlara benzer bir çarşı yerine değişik bir çarşı yapmak doğru olur ama bu çarşı kuzeye açılıyor. Bu bölgede kuzeye açık bir çarşıda yaşanmaz. Manifaturacılar Çarşısı yüzde sekseni kapalı sayılır Kanyon’a göre… Buradakiler bile yapıldıktan bir sene sonra bunu üstünü kapatamaz mıyız demeye başladılar. Ben Kanyon hakkında bu raporu verince sanırım saçakları yaptılar. Ama gene de görülüyor ki konforu az çünkü kuzeye açık. Manifaturacılar çarşısı açık olmasına rağmen gene de korunaklıdır. Rüzgâr kesildiği zaman soğuk hava o kadar rahatsız etmiyor insanı.

Hemen bu noktada Manifaturacılar Çarşısı’nın yapılamayan yedinci bloğunu sormak istiyorum. Bu eksiklik projeyi nasıl etkiledi?

Kooperatifin satın aldığı ilk arazi içinde yedinci bloğun yeri tam yoktu. Yahut belediye orayı da kooperatife vaat etmiş ama sonra istimlak edip satamamış. Çünkü belediye sattığı arsanın sınırlarını net ve kesin koyamamış. Mesela başlangıçta Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün arkasında bir ilkokul vardı. O ilkokulun yıkılacağı öngörülmüştü. Bunun için bizim yarışmadaki projemizde ilkokul yok gibidir. Sonradan iş ciddiye binince arsa tapuları vesaireler çıktı ortaya ve görüldü ki alt uçtaki arsa çok kısıtlı, bu bloğun yapılmasına imkân yok. İnşaat esnasında bu bloğun yapılabilmesi için belediyeye çok müracaat edildi. Kooperatif kolay kolay arsa satın alamıyordu. Fiyatlar çok yükseliyordu. Ve bu blok sonunda eksik kaldı. Çarşının üst ucunda, Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün yanında çarşının bir başlangıcı var, ismi var, tabelası var, heykeli var. Alt taraf ise bu eksiklikten ötürü cümle bitmeden nokta konmuş gibi oldu. O blok çarşının Unkapanı Meydanı’ndaki algılanılmasını güçlendirecek bir bitiş noktası olacaktı. Eksik kaldı maalesef.

Projeye Türk plastik sanatlarından örnekler yerleştirmek kimin fikriydi? Nasıl gerçekleşti?

Şimdi efendim o esasında benim fikrimdi ama o zaman yapılara sanat eseri koyma fikri dünyada olan bir uygulama. Bir de Türkiye’de sanatçıların ve bazı siyasilerin de etkisiyle devlet yapılarına sanat eserleri konulmasıyla ilgili bir kanun yahut bir yönetmelik çıktı. Yönetmelikte, yapı maliyetinin yüzde ikisi kadar sanat eseri konacak devlet yapılarına, deniyordu. Böyle bir fikir genel olarak vardı havada. Bu fikirdir muhtemelen bana ilham veren. Ben de bunu sıfırdan icat etmedim. Şunu düşündüm; bu yapı Türkiye’de o dönemde bir defada yapılan en büyük ölçekli yapı. O zaman yapının otuz kırk yıl içinde bugünkü haline geleceğini de tasavvur edemiyordum. Bu yapı çağdaş Türk sanatından örnekler taşımalı dedim, kanunun esprisine uygun olarak. Süleymaniye’de nasıl Karahisâri’nin hatları, Sarhoş İbrahim’in vitrayları var, bu da öyle bir şey; çağın Türk sanatından bir örnek taşımalı. Bu fikri Manifaturacılara kabul ettirmem yıllar sürdü. Ama demin söylediğim gibi teşekkürle karşılıyorum, bütün önerilerimizi kabul ettiler. Bunu da kabul ettiler. Onların gerçekten elit tüccarlar olduğu anlaşılıyor. Elleri sıkıydı ama bu durum işi gecekonduya götürmek demek de değildi. İyi olsun ama ucuza çıksın anlayışı hâkimdi.

Yıllar geçtikçe İMÇ’nin tasarımında bazı olumsuz değişiklikler oldu. Bu konuda düşünceleriniz nelerdir?

Meselenin kullanımdan kaynaklandığını düşünmüyorum. Tamamıyla kendini öne çıkarmak, yapıya saygı göstermemek. Apartman alan bile balkonunu kapatmak ister, bir şeyler eklemek ister. Biraz eskiyince benim doğrama değişsin, der. Buradaki değişiklikleri hep geriye gitmek anlamında görüyorum maalesef. Yapının tümüne saygısızlık olarak görüyorum.

Evin içini boyar ama apartmanın dış boyasına bakmaz. Mercedes’le gidiyor adam ama sigarasını sokağa atıyor. Çünkü sokak yabancı… Yapının dışı da yabancı, o kendi dükkânının içine bakıyor. Olmaz! Bu bir toplumsal mutabakat noksanlığıdır. Bana kooperatif üyelerinden çok sözler söyleyen olmuştu: Ya mal benim kardeşim siz niye karışıyorsunuz, diye. Mal senin kardeşim ama bulvar da Türkiye’nin, hepimizin.

Artık dükkânların satılsa da para etmediğini söylüyorlar. Ticaret zayıfladı, çekiciliği kalmadı, onun için kimse burayı adam etmek için para vermez, diyorlar. Ben de sordum: “Peki burası arsa olarak satılsa ve herkese kendi dükkân büyüklüğü oranında para verilse, bugün para etmeyen dükkânından fazla para düşmez mi?” Beş misli düşer, diye cevapladılar. Demek ki bunun zati değeri yok değil ki… Bakılmadığı için değeri düşmüş.

İMÇ’yi Türk mimarlığının neresinde görüyorsunuz?

İkinci Milli Mimari 1939-1945 yılları arasına denk geliyor. Laleli’deki Fen-Edebiyat fakültelerinin yapıldığı dönem. Harpten sonra demokrasi, modernleşme, modern mimari akımları Türkiye’deki İkinci Milli Mimari’yi sildi. Yeni bir mimari ortaya çıktı. Çağdaş dünya nasıl yapıyorsa öyle yapalım denildi. Ama İMÇ, her şeye rağmen bir Amerikan yapısı değil, Afgan yapısı da değil, Fransız yapısı da değil… Her şeye rağmen modern bir Türk yapısı.

Türk mimarisi içinde bu, o düşüncelerin, o çağın ekonomik ve teknik olanaklarıyla bir işaretidir. Kentle bütünleşmiştir. Oranın parçası haline gelmiştir. Türk mimarisinin bir döneminin öne çıkan bir yapısıdır İMÇ.

Gelişen teknoloji, farklılaşan toplum ve ihtiyaçlar göz önüne alındığında İMÇ’nin hangi işlevlerle donatılacağını düşünüyorsunuz? Burası ilk yapıldığı dönemde düşünüldüğü gibi yine bir manifaturacı çarşısına mı dönüşecek? Yoksa değişimlere açık bir çarşı olarak mı yoluna devam edecek?

İki yönü var. Bir tanesi yapının kent içindeki yerinin getirdiği nitelikler. Kimi yerde ancak otel yapabilirsiniz, öyle bir yer olur ki orada ancak konut yapabilirsiniz. Bu açıdan bakınca çarşının işlevini sosyal gelişmeler tayin edecektir. İkincisi ise yapının kurgusu neye müsaittir? Mesela bu yapıdan hastane olmaz. Yapının anatomisinden gelen durumuna da bakmak gerekir.

Bu yapı birçok işleve imkân verebilir. Bu yapı mimarlık ve sanat atölyelerini içinde barındırabilir. Bir bloğu sanata bir diğer bloğuysa başka işleve tahsis edilebilir. Herhalde yeri itibariyle toptan ticarete giderek daha az müsait hale gelecektir. Toptan ticaret artık 1960’lardaki gibi yapılmıyor. Elektronik dünyada toptan ticaretin şekli değişti. Numuneler internet üstünden alınıp veriliyor, büyük depolar kullanılıyor. İMÇ’nin yapısı günümüzde perakende ticarete, sanata, eğitime imkân verebilir; hatta bu bina istenirse üniversite bile olabilir.

Bence İMÇ’nin geleceğini içinde bulunduğu bölgenin ekonomik ve sosyal gereksinimleri tayin edecektir. Nitekim başlangıcı da öyle oldu. Müteşebbislerin biçtiği rol, Sultanhamam’daki toptancılar çarşısının buraya nakledilmesiydi. Gerçek öyle olmadı. O, kendi yolunu aldı, gitti. Plakçılar geldi, atölyeler geldi, sadece bir bloğu manifaturacıların olabildi. Bir sürü işlev girdi. Belki de kurucular, kitapta adı geçen rahmetli Remzi Beyler, Hüsnü Beyler yaşasalardı, çarşının bitişini görselerdi, belki çarşı toptancı çarşısı olacaktı. Çünkü çarşının kuruluşundan inşaatın sonuna kadar kurdukları organizasyon mükemmel işledi. Çarşı arızasız, borçsuz, kredisiz tamamlandı. Kooperatifin kuruluşuyla beraber yaklaşık on iki yıl süren süreç kavga çıkmadan, çıt çıkmadan, ihtilaf olmadan sonuçlandı. Bunların hepsi o kurucuların sayesinde oldu. Onlar yaşasaydı, büyük ihtimalle Sultanhamam boşalıp buraya gelirdi. Ama gelmedi. Demek ki biçilen rolden ziyade sosyal determinizm önemli.

2007’deki İstanbul Bienali’nde İMÇ mekân olarak kullanıldı. 2010’da da İstanbul Avrupa Kültür Başkenti oluyor. Kent birçok kültür-sanat etkinliğine ev sahipliği yapacak. Sizce İMÇ’nin yeri bu etkinlikler sırasında ne olmalıdır?

Alışveriş merkezleri ilgi çekmek için bir sürü etkinlik yapıyor. Burası da bir toplu alışveriş yeri. Avluları ve galerileriyle her türlü etkinliğe müsait. Açık hava sergileri olur. Belirli bir kalite içinde Sultanahmet Meydanı’nda kurulan geçici pazarlar gibi pazarlar açılabilir. Burası trafikten arınmış mükemmel bir yaya mekânı. Dolayısıyla her şey olur. Yeter ki onu yapacak bir heyecan olsun.

Bakırköy’de bir meydan var. Bilmem bilir misiniz? İstasyonun önünde şöyle duvarlı bir meydan. O benim düşüncem. Bakırköy’de Naci Ekşi Bey o dönemde belediye başkanı idi. Bize rica etti. O meydanı ben tasarladım Naci bey de inşa etti. Burası da trafikten arınmış bir yaya alanı. Etrafı da hafifçe kapalıdır. Yapılırken de alay ettiler “bunun çatısı ne zaman gelecek” diye. Ama görüyorum ki ciddi bir şekilde kullanılıyor. Çünkü küçük ölçekli bir toplumsal buluşma mekânı oldu. Adı da Hürriyet Meydanı oldu.

Son olarak açılış için hazırlanan kitaptan bahsetmek istiyorum. Yapılışının üzerinden kırk yıl geçmesine rağmen görsel olarak hâlâ ilgi çekici bir kitap. Hikâyesinden biraz bahseder misiniz? Kimler çalıştı?

1968’de hazırladığımız kitabın yayınlanmasını kooperatif istedi. Ana fikir oradan geldi. Remzi Bey’den sonra gelen başkan Namık Bey -aslen avukattır- arzu etti. Bu nevi işlerin hepsinde olduğu gibi bu görevi de bana verdiler. İyi kötü bir bütçe koyduk. Birçok fotoğrafçıyla çalıştık. Haluk Doğanbey vardı mesela, Konyalı’nın çocuklarından. İyi bir fotoğrafçıydı. Kitabın kapak fotoğrafı onundur. Gültekin Çizgen vardı. Teknik Üniversite’nin fotoğrafçısı Emin Kavuncu vardı. On binden fazla fotoğraf çekildi bu kitap için.

Not: Söyleşiyi 5 Şubat 2009'da İMÇ'nin "İmeceden İMÇ'ye" isimli kitabı için yapmıştım.

3 Mayıs 2011 Salı

ARKEOLOJİ MERAKLISI TATİLCİLERE 5: ENEZ

Ege’nin kıyısında, Meriç Nehri’nin Ege’yle buluştuğu noktada binlerce yılda şekillenen, bataklıklar ve göllerle çevrili verimli deltanın hemen yanı başındaki kent, Türkiye-Yunanistan sınırının güneydeki en uç noktasını oluşturuyor. Bu özelliğinden dolayı Enez 1927-2004 yılları arasında birinci derecede askeri bölge olması nedeniyle yabancı turistlere kapalıydı.

Tarihöncesi dönemlerden Osmanlı’ya kadar birçok uygarlığa, konumu, verimli toprakları ve doğal limanlarıyla ev sahipliği yapmış kent, yasağın kaldırılmasıyla yetmiş yedi yıllık bir kesintiden sonra tekrar eski misafirperverliğine kavuştu. Meriç Deltası içindeki Gala Gölü’nün 2005’te milli park ilan edilmesiyle de, doğaseverler ve özellikle kuş gözlemcileri için çekim merkezi haline geldi.

Aeneas’ın Ainos’u

Enez’in kuruluşu hakkındaki efsane, bölgenin en önemli tarihsel olaylarından biri kabul edilen Troia Savaşları’na kadar gider. Troia Savaşı’ndan sonra arkadaşlarıyla yeni bir kent kurmak için denize açılan Aeneas, bugün Enez’in bulunduğu bölgedeki doğal limanların kent için uygun bir yer olduğuna düşünür ve kente adını verir: Ainos.

Bundan sonra yaşanan süreç, dünyanın en önemli tarih sahnesi olan Anadolu’daki tüm kentlerin geçmişi kadar karışık; bağımsızlıklar, kuşatmalar ve savaşlarla dolu. Pers İmparatoru Darius M.Ö. 513’te Enez’i alıyor. M.Ö. 480-479 yılları arasında ise Persleri yenen Yunan Şehir Devletleri Enez’i bağımsızlığına kavuşturuyor. Enez, savaş sonrasında kurulan Attika Delos Deniz Birliği’nin en önemli kentlerinden biri oluyor; deniz kenarındaki konumu ve topraklarının verimliliğini iyi kullanarak zenginleşiyor. Daha sonra, Persler ardından Makedonyalılar ve adını sayamayacağımız birçok beylik kent yönetiminde söz sahibi oluyor.

Bizanslı Kent

M.S. 190’da Romalılar kente uzun süren bağımsızlığını sunuyor. Roma Dönemi’ne ait izleri, halen süren arkeolojik kazılar sayesinde öğreniyoruz: Kent, taban mozaikleriyle süslü villalar, geniş caddeler, bu caddelerin altından Meriç Nehri’ne akıtılan kanalizasyon sistemi ve Taşaltı Nekropolü’nün podyumlu lahitleriyle tipik bir Roma kenti kimliğine bürünüyor. Bu dönemi izleyen Bizans hâkimiyeti boyunca kentte bugün de görülebilen birçok yapı inşa ediliyor: Kral Kızı Bazilikası, Khrysopege Şapeli, Triada Şapeli ve 12. yüzyıla tarihlendirilen, Osmanlı Dönemi’nde de camiye dönüştürülen Ayasofya Kilisesi dönemin en önemli tanıkları.

Çeyiz Kent

Enez tarihi hakkında belki de en ilginç olay Bizans Dönemi’nde 1355 yılında gerçekleşiyor. Bizans İmparatoru III. Andronikos Paleologos ile karısı, İtalyan asıllı imparatoriçe Anna Paleologos’un kızı Maria Paleologos, Cenevizli Francesco I. Gattilusio’ya gelin olarak gidiyor. Enez, Maria’nın çeyizi olarak Gattilusio’ya veriliyor. Evlendikleri tarihte Bizans İmparatorluğu’nun başında Maria’nın 23 yaşındaki erkek kardeşi V. İoannes Paleologos vardı ve imparatorluk özellikle ekonomik yönden Avrupa’ya bağımlı hale gelmişti.

Fatih ve Enez

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u almasından üç yıl sonra, Kaptan Has Yunus Bey’e Enez’i almasını emrediyor. Kenti alan Has Yunus Bey, Enez’i sevmiş olacak ki bir Bizans şapelini kendi türbesi halinde dönüştürüyor. Günümüze sağlam bir şekilde gelebilen Has Yunus Bey Türbesi ve çevresindeki yeniçeri mezar taşları Enez’in Osmanlı Dönemi’ne ışık tutan yerlerin başında geliyor.

Her yıl İstanbul Üniversitesi tarafından sürdürülen arkeolojik kazılar, bölgenin yerli halkı Traklardan Perslere, Yunanlılardan Makedonyalılara, Bizanslılardan Cenevizlilere ve Osmanlılara kadar Enez’in karanlıkta kalmış tüm noktalarını açığa çıkarmayı amaçlıyor. Meriç’in Ege’yle buluştuğu ana tanıklık edebileceğiniz Enez, uzun süren zorunlu yalnızlığını artık kırmak istiyor.